Bu Blogda Ara

21 Ağustos 2011 Pazar

Gönüllerin şampiyonu

Şampiyon olamayan en iyi pilot kim derseniz hiç şüphesiz agresif pilot Gilles Villeneuve ismi akıllara gelir. 1950 doğumlu Kanadalı pilot otoritelerce Formula 1 tarihinin gördüğü şampiyon olamamış en iyi pilot olarak kabul edilir.

Yarıştığı dönemde herkesi kendine hayran bırakan ve agresifliğiyle gönüllerde taht kuran Villeneuve’ün yarışlarla tanışması drag yarışlarıyla olur. Drag yarışları Gilles'in yarışma sevdasını gideremeyince, meşhur Jim Russell yarış okuluna kayıt olur ve efsanevi Mont Tremblant pistinde lisansını alır. Herkesten 2 yaş daha eski bir Formula-Ford aracıyla harika bir ilk sezonun ardından katıldığı 10 yarışın 7'sini kazanır ve 1974 yılında Formula Atlantic'te yarışmaya başlar. İlk yıl ağır bir kaza sonucu sakatlanır ancak 1975'te Gimli Park'ta ilk birinciliği, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında gelir. Ertesi yıl ise yarışların biri hariç hepsini kazanarak, seriyi domine eder ve bunu 1977'de de tekrarlar.

Gilles, aynı zamanda Snowmobile yarışlarını kovalamaktadır, burada kazandığı başarılar Formula Atlantic kariyerinde Snowmobile takımının üreticisi tarafından desteklenmesini sağlar. Her genç yarışçının başındaki parasızlık problemini böylece biraz olsun çözmüş olur. Başarıları, James Hunt tarafından keşfedildiği o güne kadar sürer.

McLaren ile ilk ve son yarışına Silverstone'da çıkar. Piste çıktıktan bir süre sonra hızlanmaya ve spin atmaya başlar. Çok kısa bir süre sonra da aracın limitlerini öğrenmeye başlayıp, spinler yerini birbirinden hızlı turlara bırakmaya başlar.

İlk yarışında McLaren ile gösterdiği harika performans onun McLaren'deki kariyerini garantileyecek gibi gözükür. Ancak durum beklendiği gibi olmaz. Teddy Mayer ve James Hunt'ın tüm çabalarına rağmen para kaynağı Marlboro, uzun kariyeri boyunca hiçbir şey başaramamış Jochen Mass ile devam etme kararı alır. Muhtemelen Frank Williams'ın 1984 sezonu için Jonathan Palmer'ı Ayrton Senna'ya tercih etmesinin ardından, F1'in en büyük ikinci yöneticilik hatası böylece yapılmış olur.

Ancak Villeneuve için Formula 1 macerası henüz yeni başlamaktadır. Kanadalı pilotun cesareti ve hızını gören Enzo kendisini takıma dahil eder. Villeneuve'ün ilk yarışları pek iç açıcı değildir. Fuji pistinde yan yana geldiği araçla tekerlekleri temas edince havalanarak pist dışına doğru taklalar atar. Bundan dolayı yasak bölgede yarışı izleyen iki Japon seyirci hayatını kaybeder.

1978'de Villeneuve, hızı kadar yarış dışı kalma konusundaki üstün becerisini de sergiler. İtalyan gazeteler, Kanadalı pilotun bıçak sırtı gibi sürüş stilini eleştirip değiştirilmesi gerektiği konusunda yorumlar yaptıkça, Enzo Ferrari oğlu gibi sevdiği pilotuna sahip çıkar. Sezon sonuna doğru Formula1'in kar yağışı altında yapılan eşsiz yarışında, bugün adını taşıyan pistteki ilk zaferine ulaşır.

1979 sezonu ilerledikçe Formula 1'in en popüler, ismi haline gelen Villeneuve ilerleyen sezonlarda agresifliğine devam eder. İmkansız geçişleri zorlayarak dikkatleri üzerine çeken pilot 1982 de Belçika GP’sinde sıralama turlarında en iyi dereceyi yapabilmek için önündeki ilk takım arkadaşı, March pilotu Jochen Mass vardı. Mass, Gilles'in dışarıdan geçeceğini düşünerek yol verdi ancak, yanlış yöne doğru. Bitmiş lastiklerle tutunmayı sağlıklı bir şekilde gerçekleştiremeyen Ferrari, 30 metre boyunca havada defalarca taklalar atar, Gilles ön koltuğundan pistin karşı tarafındaki tel örgülerin önünde kadar fırladığında nüfus kağıdına göre 32, çoğunluğa göre ise 30 yaşındadır.

Efsane pilot "eğer biri bana üç dilek hakkım olduğunu söyleseydi, birinci dileğim yarışmak, ikincisi Formula 1'de olmak, üçüncüsü de Ferrari kullanmak olurdu." diyerek, Formula bir tutkusunu bir cümlede özetlemiştir.

17 Haziran 2011 Cuma

26 yıl aradan sonra...

26 yıl önceyi hatırlamıyorum… Ancak tahmin edebiliyorum…

Orduspor ligden düşmüş, moraller bozuk futbolcular yeni transfer peşinde. Bir alt ligde oynamak istemiyorlar çünkü…

Taraftarlar öfkeli “nasıl düşer mor şimşekler” diye. Yer yer protestolar…

“Burası Ordu buradan çıkış yok” tezahüratının inlettiği stat uğultu ve protestolara bürünmüş. Kimi gözlerde yaş, kimi yüreklerde hayal kırıklığı…

Ama şimdi…

26 yıl sonra mor şimşekler tekrar süper ligde... Şahidim buna…

19 Mayıs stadını dolduran benim gibi binlerce Ordusporlu taraftarların aklında kalbinde dilinde tek bir ses... “ŞAMPİYON ORDU”

Nasıl birkaç gün evvel Ünyespor’umuzu bu stattan ikinci lige çıkarttıysak güle oynaya o akşam da çıkartacaktı o taraftar orduyu süper lige…

Artık gönüllerin kazananı olmak istemiyorduk. Gönüllerle birlikte gerçek kazanan olmalıydık…

Karadeniz fırtınası tam da adı gibi gelmeye başladı Gaziantep Büyükşehir Belediyespor’un üzerine…

Büyük taraftar grubu akıncılara nazire yapar gibi geliyorlardı rakibin üzerine “akın akın”. Dalga dalga..

Bir yandan Ahmet Kuru bir yandan Kostovski ve onları besleyen Ali Çamdalı ile birlikte Gaziantep Büyükşehir Belediyespor kalecisi korkulu rüyaya dalmıştı sanki...

Ender gelişen Antep belediye ataklarında ise kaleci Fevzi elmas Berlin panteri turgay’ı aratmayacak şekilde devleşiyordu kalesinde…

İlk yarı direkleri dövdü takımımız. Ama bir türlü topu 7,32’nin içine girmiyordu.

Taa ki ikinci yarının son iki dakikasına kadar…

Ahmet Kuru’nun sol tarafta buluştuğu topla ceza sahasına girmesi ve akabinde güzel bir vuruş ile gece boyunca kâbus gören Gaziantep Büyükşehir Belediyespor kalecisinin solundan ağlarla kucaklaşınca tribündeki gergin bekleyiş yerini sevince bıraktı.

Ve rüya kaldığı yerden -26 yıl sonra da olsa- devam etti.

Bu başarıda katkısı olan başta futbolcular ve teknik ekibe, Orduspor’un başarısı için gecesini gündüzüne katan ve birinci ligde kalıcı olmak için güzel transferlere imza atan Orduspor Başkanı Nedim Türkmen’e Orduspor’u iç sahasında ve deplasmanda olsun yalnız bırakmayan Akıncılar’a ve binlerce Orduspor taraftarına bir Ünyeli olarak teşekkür ediyorum.

Yıllar sonra Ordu’nun adını süper ligde duyurduğunuz için…

Umarım kalıcı oluruz süper ligde…

Başarılar Orduspor…

Bu arada bir alkış da Samsunspor’a. Her iki Karadeniz takımına da Süper Ligde başarılar dilerim.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Beraberliğe Sevinmek...

Euro 2012 yolunda en önemli virajlarından biri Belçika maçıyla dönüldü. Ama dönerken milli takım deyim yerindeyse dokuz doğurdu.

Maç öncesi Hollanda kampında toplanmış sezon yorgunu ve transfer heyecanıyla bezenmiş futbolcular arasında futbolcu olmayan ama transferi konuşulan bir adam vardı. Guus Hiddink…

Her ne kadar Hiddink, Chelsea için transfer dedikodularına “yok be hacı” açısından yaklaşsa da İngiltere’yi uzaktan yakından ilgilendirmeyen bu maça 40 tan fazla İngiliz gazetecinin gelmesi “malumun ilamı” gibi bir şeydi.

Bu atmosferde hazırlandık Belçika maçına… Türk futbolu için son derece önemli olan bir maç öncesi teknik direktörümüzün transfer spekülasyonlarına maruz kalması ve bu dedikodular için Hiddink’in net olmaması ne kadar etik sınırları çerçevesinde tartışılır. Teknik direktörlük geçmişinde bin bir türlü tecrübeler edinen kurt hoca, dedikoduları net bir dille yalanlamaya hiç yanaşmaması bir futbolsever olarak beni düşündürdü.

Hollanda kampı öncesi Hiddink’in Chelsea transferi kadar önümüzdeki Belçika maçı için bize hangi sonuç lazım tartışmasıydı. Öte yandan maç için kadro da açıklanınca teknik heyetin bu maç için ne beklediği az çok anlaşıldı.

Bir takım düşünün, kazanmak için sahaya çıkmayan, kazanmayı düşünmeyen bir takım. Galibiyete ihtiyacı olduğu halde beraberlik için sahaya çıkan takım. Bana 1990’ların milli takımını hatırlattı. Hani o 5-0’lık şerefli mağlubiyetleri yaşadığımız zamanları… Futbolun bu maçta bu denli geriye gitmesi beni son derece kaygılandırdı. Önümüzde Almanya’nın son dakikada attığı golle geçtiği Avusturya deplasmanı ve Almanya maçı gibi önemli iki maç daha varken galibiyet için savaşmamamız her futbolsever gibi beni de hayal kırıklığına uğrattı.

Hiddink’in sahaya sürdüğü kadro da bir takım spor yorumcuları gibi onun da beraberlik için buraya geldiğini gösteriyordu. Selçuk Şahin gibi top kesmekten başka bir iş yapmayan iki pası üst üste başarılı bir şekilde tamamlayamayan bir futbolcuyla maça başlamak 1990 öncesi zihniyete geri dönmekten başka hiçbir şey değil. Kulübe olarak zengin olsak da zihniyet olarak fakir olunca ortaya göze hoş gelmeyen futbol çıkıyor. Mehmet Topal, Mehmet Ekici, Egemen Korkmaz, İsmail Köybaşı gibi futbolcuların kulübeye mahkûm olması ve sezon boyunca oynadığı maç bir elin parmakları kadar olan Çağlar Birinci’nin ilk 11’de maça sürülmesi bile bile ladesti. Sezon boyunca form tutmayan Çağlar’ın formsuzluğunun faturasını yediğimiz golle ödedikten sonra kendimize gelmeyi nihayet başardık. Burak Yılmaz, Selçuk İnan ve Arda Turan’ın inanılmaz performansı Kazım Kazım’ın kötü performansını gözlerden biraz olsa da uzaklaştırdı. Mevlüt Erdinç, Cenk Tosun, nöbetçi Semih ve son seçenek Umut Bulut varken hangi akla hizmet Kazım’ı santrafor olarak sahaya sürer ki… Ha pardon unuttum beraberlik sevdasıydı bunun cevabı.

İlk 15 dakika dalga dalga gelen Belçika ataklarını topa dan – dun vurarak savuşturan Serdar Kesimal ve Çağlar Birinci’li defansımızla bu maç nasıl bitecek acaba dedirtirken, Arda’nın bireysel becerileriyle beraberliği yakalayıp karşılaşmada görüntü olarak da olsa eşitliği sağladık.

İlk yarının son dakikalarında kanattan bozma santrafor Kazım’ın zoru seçip Burak’a pas atmak yerine Kompany’e topu nişanlaması bizim adımıza oluşan ikinci ve sonuncu pozisyondu.

İkinci yarı yine tipik beraberliğe yatan takım görüntüsü versek de Belçika’nın kaçırdığı penaltı Belçika’ya beraberlik niyetiyle gelmiş futbolcu, teknik direktör ve yorumcuların ekmeğine yağ sürdü.

Son dakikalarda oyuna giren Mehmet Ekici’nin 10 – 15 dakikalık performansı onu ilk 11’e almayan başta Hiddink olmak üzere ona akıl veren Oğuz Çetin’i utancından yerin dibine sokmaya yetti sanırım.

Velhasıl öyle veya böyle geride bıraktık bu önemli virajı. Umarım şu an 1 puana sevinirken 11 Ekim’de oynanacak Azerbaycan maçı sonrası burada göz göre göre bıraktığımız 2 puanı aramayız.

31 Mayıs 2011 Salı

Formula 1'in ilklerini yaşatan adam: Fangio

Arjantin denilince akla sadece tango, che guevera ve Maradona gelmiyor…

Arjantin ayrıca dünyaya formula 1 için enzo ferrari kadar önemli olan bir diğer isim juan manuel fangio'yu bahşetmiştir

Göçmen bir İtalyan ailenin oğlu olarak 1911 yılında Arjantin'in balcarce şehrinde dünyaya gelen fangio, otomobillere 13 yaşında bir tamircide çırak olarak çalışmaya başladığında merak saldı.

İşte Bu merak onu formula 1 dünyasının efsanelerinden biri yaptı.

Pistlerin tozunu 23 yaşında yutmaya başlayan fangionun ilk yarış deneyimleri, Güney Amerika’da katıldığı uzun yol yarışlarıdır.

Üstün strateji yeteneği ve sürüş tekniğiyle elde ettiği kısa süredeki başarıları, tüm dikkatleri üzerine çekti ve bu yükseliş ona 1940 ve 41 yıllarında Arjantin ulusal şampiyonluğunu kazandırdı.

ilk avrupa yarışına ise 1948'de arjantinin unutulmayan başkanı Peron'un desteği ile katıldı.

37 yaşında katıldığı bu yarışlarda teknik anlamda rakipsiz konumdaydı. Usta sürüş tekniği karizmatik kişiliği ile birleştiğinde tüm dünyanın hayran olduğu fangio figürü ortaya çıktı.

Formula 1 yarışlarında araçların teknik açıdan karmaşık hale gelmesi Fangio'nun yüksek dereceler alarak yeteneklerini daha iyi göstermesini sağladı. Azmi, sabrı, konsantrasyonu, zihinsel dayanıklılığı Fangio'nun gücüne güç kattı.

1950 yılında Formula 1 Dünya Şampiyonası henüz kuruluş dönemindeyken Fangio 39 yaşındaydı ve rakipleri neredeyse çocuğu olabilecek yaştaydılar. Bu durum rakipleri tarafından bir dezavantaj gibi gösterilirken fangio, yılların kazandırdığı tecrübe ve otomobil bilgisiyle birlikte bu dezavantajı başarıya çevirdi.

Formula 1’in ilk şampiyonu unvanını, takım arkadaşı Farina’ya kaptıran Arjantinli efsane pilot, beş şampiyonluğundan birincisine 1951’de uzandı.

1952 yılında monza’da düzenlenen bir yarışta boynu kırılan fangio geri döndüğünde ise eskisinden daha da hırslıydı.

1954 yılında yakaladığı şampiyonluk serisini dört yıl daha sürdürerek efsanevi beş şampiyonluk rekorunu 46 yaşında kırarak tarihe geçti.

Fangio kariyerinin en önemli yarışlarından birini 1957 Almanya Grand Prix’sinin düzenlendiği Nurburgring pistinde ortaya koydu. rakiplerinin yaklaşık 2 dakika gerisinden gelerek yarışı kazanması kariyerinin önemli noktalarından biri oldu.

Centilmen, cömert, nazik, saygılı, alçakgönüllü, dürüst kişiliği tüm dünyada, özellikle de diğer pilotlar tarafından takdir edildi ve genç pilotlara örnek oldu.

Çok az kaza yaparak dikkatleri üzerine çeken fangio kariyeri boyunca otuzdan fazla arkadaşını kazalarda kaybetmenin üzüntüsüyle, arkasında şampiyonluk rekoru bırakarak yarışlardan çekildi ve bir efsane olarak kaldı. hayatının geri kalanında ise bazı tanıtımlarda eski otomobillerini kullanarak Mercedes-Benz’in temsilciliğini üstlendi.

1995 yılında Buenos Aires’te 84 yaşında İngiltere Grand Prix’sinden bir gün sonra hayata gözlerini yumdu.

Doğuştan gelen sürücülük yetenekleri ve bu yeteneklerini ilerleyen yaşına rağmen ustaca kullanması ile Formula 1 dünyasında “Maestro” diye hatırlanacaktı.

Formula 1’in sembollerinden biri olan Fangio’nun destanlaşan başarısı kendi dilinde, ağzından dökülen şu cümlelerle açıklıyordu:

“En iyi olmak için her zaman çabalamalısınız fakat asla en iyi olduğunuza inanmamalısınız.”

5 Nisan 2011 Salı

Teknoloji Savaşları…

Teknolojinin doruğundaki 22 otomobilin amansız kapışması bu ay başlıyor. Futboldan sonra kitleleri peşinden koşturan çok büyük bir organizasyon bu.

Kısaltması F1 olan, Grand Prix Yarışları olarak da bilinen Formula 1; tek kişilik, açık tekerlekli otomobil yarışlarının en yüksek düzeyini oluşturan yarışlar dizisidir

Formula 1 yarışlarının kökeni 1920ler ve 1930lar da yapılan Avrupa Grand Prix motor yarışlarına dayanır. İkinci dünya savaşından önce Dünya Şampiyonası için pek çok Grand Prix yarış organizasyonu düzenlenmiştir, ancak Dünya Sürücüler Şampiyonası 1947’den önce biçimlendirilememiştir. İlk dünya şampiyonası yarışı 1950 yılında İngiltere’nin Silverstone pistinde yapıldı. Üreticiler için şampiyona 1958 yılında yapılmaya başlamıştır.

Bu muhteşem kapışma Grand Prix (büyük ödül) diye adlandırılır. 18 etap boyunca birbirinden üstün teknolojiler birbirinden maharetli pilotların ellerinde beynin ve teknolojinin sınırlarını zorlayacaklar.

Her sporun veya her yarısın efsanevi sporcuları ve pilotları olduğu gibi bu sporda da efsaneler vardır.

Futbolda Pele’yi izlemek nasıl fanatikleri heyecanlandırıyorsa, eskiden bir Ayrton Senna herkesin yüreğini ağzına getirirdi. Taa ki İmola’daki o korkunç kazaya kadar.

Hâlbuki Ayrton Senna için her şey o kadar güzel başlamıştı ki… Güzel şeyler çabuk biter derler… Ve o güzel şey 1 mayıs 1994 tarihinde zamansızca aramızdan ayrılıp gitti. Kariyeri boyunca 3 dünya şampiyonluğuna ulaştı. 1988-93 yılları arasında McLaren adına 96 startı ve 35 yarış birinciliği elde etti.

Yağmurlu havalarda gözü pek bir şekilde araba nasıl kullanılır dersini diğer pilotlara verdiği için fanları tarafından rainman lakabına uygun görüldü.

San Marino pistinde 7.turda 210 km. hızla Tamburello Dönemecine girdi.Virajı dönemeyip beton duvara çarpan Senna, direksiyon milinden kopan bir kaynak parçasının kaskı delerek başına saplanması sonucu 34 yaşında hayatını kaybetti. Bu yarıştan önce Senna, direksiyonun kendisine çok yakın olduğunu ve bunun da sürüşünü etkilediğini söylemişti. Direksiyon milini kestiler, kısalttılar ve tekrar kaynak yaptılar. Ancak bu işlemin sonu olacağını bilmiyordu. Saatler 18:40 ı gösterdiğinde Senna’nın ölüm haberi gelmişti. Hastane de öldüğünü söylemişlerdi haberde. Tabi ki pistte öldüğünü söyleyemiyorlardı. Çünkü İtalyanlar için pistin kapanması hiç de iyi bir şey değildi. Ama o “rainman” lakabını aldığı yerde pistlerde son nefesini verdi.

İşin en yürek burkan yanı ise kazadan sonra, sarı kaskının hafif hareket ettiği andır. Hani sıradan bir yarış kazası anı gibi. Önce kollarını çıkararak aracından inecek direksiyonu takıp hızla padoka doğru koşacak gibi. Ama olmuyor… Sallanan kaskı duruyor. Pist görevlileri inmemesine şaşırıyor aslında. Müdahale de etmiyorlar. Sağlık görevlileri indiriyor asfalta. Aracının sağ yanı yok. Yerde kan. Aracının hemen yanında yatıyor.

1994’ten bu yana dek teknolojinin daha da gelişmesiyle pistte ağır kazalar yapıp ölen bir sürücü yok. Geçen sezon Robert Kubica’nın Kanada’da 200’den daha fazla bir hızla duvardan duvara sekerek geçirdiği trafik kazası bunun en büyük göstergesidir. Kubica kazadan sadece bileğini burkarak sıyrılmıştı. Aynı kazayı 1982 yılında Gilles Villeneuve geçirmiş ve maalesef hayatını kaybetti.

işte o kazalardan bir kaçını sizlerle paylaşıyorum.