Bu Blogda Ara

27 Ekim 2009 Salı

ARIZALI KAHRAMAN…

Ayakkabının topuğuna basıp yürüyen “ağabeylerimiz” vardı eskiden. Biz iyice taşlaşmış toprak sahalarda veya mahalle aralarında yaşıtlarımızla her birimiz birer Pele veya Maradona olma hayalleri peşinde koşarken bu “ağabey” gelir ve “açılın uşaklar biraz da ben tepeyim” derdi. Akabinde sivri burun ayakkabının ucuyla yapılan vuruşta topun nereye gittiğinin bir önemi yoktu benim için.

Sinir olurdum bunlara. Kafalarına göre herkesi yönetmeye çalışan bu insanlar sadece Ünye’nin arka mahallelerinde yaşamıyordu elbet. Omzundaki ceketi düşürmeden “top tepme” yetenekleri olan bu “şık ağabeylerimiz” mahallede her şeyi kendilerince yönetirlerdir.

Bu tarz insanlar küçüklerin gözünde belki de bir “kahramanlardı.” Ama “arızalı kahraman.”

Her mahallenin böyle bir “abisi” olduğu gibi futbolun da böyle bir abisi var. İste size futbolun “en kral” abisinin ipuçları…

Saha içinde herkesi hatta hakemi bile daha da ileri gidip seyirciyi bile yönetmek isteyen bir arızalı kahramanım var benim. Futbol oynarken her ne kadar kaleci olsam da formamın yakası hep “dik” olurdu. O “arızalı kahraman” gibi. Her şeyi ben yönetmek istedim. Oyunumu, beni izleyenleri hocamı, takım arkadaşlarımı… O arızalı kahraman gibi.

Futbolun bu duayen ismi varoşların delikanlı mitosu bir bahar günü Marsilya’da dünyaya geldi… Zamanla ülkesi ondan nefret etti. Bir türlü yıldızı ülkesiyle barışmadı. Çünkü futbol olarak Fransız halkına bir şey veremedi… Dokuz yılda ülkesinde dokuz takım değiştiren bu arızalı kahramanım aradığı ilgiyi Old Trafford çimlerinde buldu. Kendisine tapan bir taraftarı vardı. Hükmedici ve karizmatik duruşuyla sanki bugünler için doğmuştu..

Taraftarın o taparcasına olan ilgisine cevap olarak “Öldükten sonra bedenimi yakın, küllerini de Old Trafford’a serpin” diye cevap veren kahramanım biraz da basının karalamalarıyla daha 30 yaşındayken futbolu bıraktı.

Kendisine gelmiş geçmiş en büyük Fransız futbolcunun Zidane mi yoksa Platini mi olduğu sorulduğunda 'hayır benim,' diyecek kadar ukala bir yapıya sahip bir insan kendisi.

Futbolda şenaat yapan taklitçi ve tiyatrocu futbolcuları asla ama asla sevmedim. Kavgacılardan, oyun için hırçınlaşan kişilerden hep tiksindim. Haksızın karşısında durup isyan edenler ise hep kahramanım oldu…

Futbolun asla sadece futbol olmadığını bir pazarlama reklam ürünü olduğunu hayıflanarak söylesem de bu ve bu gibi arızalı kahramanlar futbolun asla sadece futbol olduğunu bizlere –en azından bana- hatırlatıyor.

Umarım sizinde futbolun sadece bir oyun olduğunu size hatırlatan böyle bir “arızalı kahramanınız” vardır…

26 Ekim 2009 Pazartesi

AYRILIK SONRASI ONUR SAVAŞLARI

Sevgi ne güzel bir şey dimi… ayrılık olmasaydı... Hayır, böyle başlamamalıyım yazıma…
Klişeleri söküp atmak gerek hayattan…
Aşk, sevgi, sadakat, onur ve gurur… Onurlu ve gururlu şekilde aşkı sevgiyi yaşamak her aşk insanı için rüya gibi bir şey.

Bir insanı seversiniz… Tüm kalbinizle. Onunla ilgili güzel şeyler hayal edersiniz ve o hayali sürdürmek o anda hayatınızın gayesi olur. Güzel günlerin hızla akıp geçtiği zamanı yaşarsınız. Bir an yaşam dursun böyle mutluca ölelim istersiniz…

Baktığınız her yerde onu görürsünüz. Alakasız kişileri ona benzetip gecenin kör vaktinde sevgilinizi arayıp “aşkım şu ünlü kişiyi sana benzettim şuan sanki onda seni görüyorum” tarzı karşınızdaki insana egosal tatmin yaşatan sözlerle sevginizi belli ederken aslında kopacak fırtınanın tellallığını yapmış olursunuz.

Bir ilişkide yaşanması gereken “her şeyi” sizinle gönül verdiğiniz kişi, bunu "pardon bir hataydı bunların hepsi” diye açıklaması size ne kadar inandırıcı gelebilir ki…

İlk başta bir erkeği kendine aşık edebilmek için kur yapıp sonra arkadaşız kisvesine bürünen kızlardan hiç bahsetmiyorum bile. İlişkide onurlu olmak yetenek ister. Ama onlar yetenek fakiri insanlardır.

Kısa süre de olsa gönlünüze giren kişiyi atmak çok mu kolaydır? Hep bu bohem sorular tüm ilişkilerim boyunca kafamı kurcalamıştır. Klişelerden uzak bir ilişki sürdürmek benim için hep suya düşen bir hayal olmuştur. Tabi karşımdaki kişi bunu suya düşüren birinci etmendir.

İlişki bittikten sonra bir zamanlar yere göğe sığdıramadığınız kalbinizin kahramanının gerçek yüzünü görme vaktiniz gelmiştir.

Orta çağa dönüp Bizans entrikalarını 21. yüzyılda yaşamaya hazır mısınız? Eğer değilseniz size sadece “ah yazık” diyebilirim. Sizin için artık “eski” olan sevgilinin ilk manevrası sizinle yaşadığı ilişkiyi reddedip "sadece arkadaştık" kisvesine bürünmektir ki evlerden ırak bir durum söz konusudur.

Durumun vahameti ilişkinin gizlenip inkâr edilmesiyle kalmaz. Ayrıldığınız kişi sizi en yakın arkadaşınız sandığınız kişilerle kıskandırmaya çalışıp terbiyesizlik ve ahlaksızlık sınırını zorlar.

İlişki bittikten sonra erkeğin zaaflarını ustaca kullanmayı bilen kızlardır bunlar.. Tabi bu beceri sadece kızın değildir. Saf erkek statüsünün önde gelen kişilerinden olan eski sevgilinin yakın arkadaşı bazen olayda kurban olduğunu ve bir samimiyetsiz olaya çekildiğini hissederek oyundan çabuk döner ki bu da size gerçek arkadaşınızı görmede yardımcı olur.

Bir de bunun tam zıddı olan arkadaş tipi vardır ki, bu konudan bahsetmek bile istemiyorum.

Artık eski sevgili; bu basit kıskandırmaca oyunlarının karşılığında ise kendini ne kadar basitleştiğini görmezden gelip egolarını ozonosfer civarına taşır.

Böylelikle ne kadar iğrençleştiğine ve basitleştiğine aldırmaksızın kendini egosal olarak tatmin eden size karşı intikam alacağını zannedip sizin yakın arkadaşınızla sizin yanınızda öpüşerek, sevişerek veya ona kur yaparak (ki bu en hafifi) alacağını sanan ve büyük bir yanılgı içine düşen kadındır.

Yavaş yavaş eski sevgilinizin gerçek yüzünü tanımaya başlarsınız. İşte kadının gerçek yüzünü gördüğünüz an bundan sonra başlar. Bu durumun diğer bir olumlu yanı ise erkek için gerçek arkadaşını yakından tanıma fırsatını yakalamış olmasıdır.

Kimi onurlu arkadaşlar bu davranışta kullanıldığını çabuk fark ederek yanlıştan erken döner.

Bir de bunun tersi durum vardır ki arkadaşı sandığı kişi sevgilisini tavlamak işin resmen pusuya yatarlar. Bu davranışın sebebi sorulduğunda ise “ben onunla sadece sevişmek istiyorum tek hedefim bu diyerek onur fakiri olduğunu bir kez deha ispat ederler.” işte bu arkadaş gerçek arkadaş olmayıp sahte ve çıkarcı arkadaşlar kervanındandır.

Kendini İsa peygamberin annesi gibi olduğunu gören ama beyinsel olarak onun tam zıddı olan bu insanları hayatınızda acilen uzaklaştırmanız gerekir.

Güzel günlerin ve sözlerin dikkate alınmadığı ilişkide kendini güzel ve bulunmaz Hint kumaşı zanneden şöbiyet güzelimiz kendi menfaatleri doğrultusunda sizin arkadaşlarınızı ustaca kullanmayı bilir.

O zamana kadar yediğinizin içtiğinizin ayrı gitmediği arkadaşlarınız ise bu entrikalara alet olabilmektedir.

İşin ilginç tarafı bu entrikalar ile sizi de bir arada yürütmek bana hep bir bohem gelmiştir.

Bu buğ davranışlar bir kadının ne kadar alçalabileceğinin en iyi kanıtıdır.

Bu tarz kadınlar 90'lı yıllardan sonra trend halini almış bir yaşam tarzını anlamadan benimseyen kişilerdir. Bu yaşam tarzını anlamadan yaşayanlar ise selin sürüklediği kütüklerden farksızdır. “Carpe Diem” (anı yaşa) diye bilinen bu yaşam tarzının felsefesini bilmeden sadece görselliğine kapılan sığ zihniyetler kendine açılan yaraların farkında bile değildirler.

Hayatta hiçbir şeyden pişman olmayacakları için anı yaşa felsefesinin büyüsüne kapılan bu onur ve ahlak fakiri bedenlere sahip olanlar zamanı gelip ayakları yere bastığında pişman olmak için zamanın çok geç olduğunu fark ederler.

Ve o pişmanlıkla yaşamaya mahkûmdurlar.

Sevgili Emel Müftüoğlunu anarak söylemek isterim

Evlenilecek kız var, eğlenilecek kız var.
Doğru bir tespit kanımca.

Farklı Renklerin “Düşmanca” Mücadelesi

Son yıllarda her maçtan önce insanı saran bir tedirginlik var. Bu tedirginlik özellikle milli maçlarda artıyor. Sebebi ise holigan faaliyetlerinin bir uzantısı olan ırkçılık. Dünya futbolunda bu konuda son yıllardaki tatsız olaylar göz önüne alındığında dehşet verici bir tablo gözler önüne seriliyor.

Tribünlerde ve sahada yaşanan ırkçılığa örnek vermek gerekirse en fazla örneği hiç şüphesiz SS Laziolulardan veririz. İspanya’da ise Espanyol’un azımsanmayacak kadar ırkçı faaliyetleri vardır. İtalya’da durum düşünülenin aksine daha fazla. Mesela İtalya’da Yahudi futbolcu Ronnie Rosenthal ırkçı çevreler yüzünden Udinese’de bir maç dahi oynamadı. Yine Lazio’dan Surinam’lı Aaron Winter ile Ganalı David Ola’nın durumu içler acısıydı. Özellikle Aaron Winter Lazio ile ilk maçına çıktığında kendi taraftarlarca uğradığı hakaret ürkütücü ve düşündürücü boyuttadır. Bu iğrenç saplantı Almanya’da da dehşet verici boyuttadır. Almanya’da yapılan bir ankete göre Alman taraftarların %30u kendisini Neo-Nazilere yakın hissettiğini söylüyor. İngiltere’de ise bu davranıştan nasibini alan en büyük kulüp Yahudilerin kurduğu kulüp olan Tottenham Hotspur. Hatta adlarına tezahürat bile var. “Oooo Tottenham’lı Yahudiler” diye başlayıp Hitler’e atıfta bulunan mısralarla ne kadar çirkinleştiklerini gösteriyorlar.

Yakın bir tarihte Lazio’lu futbolcu Di Canio’nun gol attıktan sonra tribünlere yaptığı Hitler selamı ise bu terbiyesizliğin futbolcular arasına girdiğinin göstergesi. Sadece Di Canio olsa iyi. Paraguay’ın sıra dışı kalecisi Jose Luis Chilavert’i daha düne kadar severdim. Ama bu tecrübeli kalecinin Roberto Carlos’a 2002 Dünya Kupası elemelerinde “kalk ayağa yerli parçası” demesi sevenleri arasında karizmayı çizdirmeye yetti bile. Ayrıca ilginç ırkçı olaylar bunlarla da sınırlı kalmıyor. Bu terbiyesizlik hocalara da sıçramış durumda. İspanya teknik direktörü Aragones’in Jose Antonio Reyes’e Henry'i kastederek, ''çık o pis zenciyi sahadan sil'' demesi ve bunun basına yansıması tepki çekti. Ardından gelen özürler ise Henry’in gönlünü almaya yetmiş midir bilinmez ama İspanya’nın prestijine büyük bir eksi koymuştur. Bir diğer Barcelona’lı Eto’o ise Bilbao teknik direktörünün “Düne kadar ağaçta oynayanlar şimdi yere inip insanlara tükürüyor” sözüne maruz kaldı. Eto’o, son zamanlarda İspanya’da futbolundan daha çok kendisine yapılan ırkçı saldırılarla adı ön plana çıkmaya başladı. PSG kulübü ise Fransa’nın en ırkçı takımıdır. Tribünlerinde her maç asılı duran “sadece beyazlara ait” pankartı sanırım her şeyi açıklamaya yetiyor. Verona Başkanı taraftar kızacağı için Patrick Mboma’yı asla almayacaklarını söylemesi inanılmaz bir şekilde ırkçılık saplantısıdır. Eski Lazio’lu Sinisa Mihajlovic’in Patrick Vieira’ya “boklu bir kara maymunsun” demesinin ırkçılıkla alakası olmadığını söylemesi futbol otoriteleri tarafından yüzyılımızın inkârı seçildi. Yine İtalyan futbolcu Gianluigi Buffon’un bir İngiltere maçına üzerinde faşist slogan “teslim olanlara ölüm” yazan tişörtle oynadı ve anlamını bilmediğini iddia etti. Aynı Buffon Parma’da iken 88 numaralı formayı giyerdi. Almanlarca kutsal sayılan bu sayı Heil Hitler demenin rakamlarla söyleniş tarzıydı HH olarak. Çünkü H Almancanın 8. harfiydi.
Tribünden sahaya Emmanuel Olisadebe için muz atan Polonyalılar’dan tutun da 1916’daki Güney Amerika Kupası’nda Uruguay Şili’yi 4-0 yenince Şili heyeti “Uruguay maçta 2 siyahi futbolcu oynattı. Onlar insan değil” diye maçın iptalini istemesi insanda bu tür kişilere karşı bir acıma hissi uyandırıyor. İspanya ile İngiltere arasında yapılan maçlarda Ashley Cole için çıkarılan maymun sesi statlardan eksik olmuyor. Ve bunlar gibi BİNLERCESİ…Bize gelince böyle bir arenanın dışında kalmamız mümkün mü? En keskin örneği Trabzonspor’un eski başkanı Mehmet Ali Yılmaz’ın İngiliz futbolcu Kevin Campell’a “yamyam” demesidir. Bu sözü ona sorulduğunda “arap demek istemiştim aslında” diyerek olaya ilginç bir boyut kattı. Campell bu sözden sonra ırkçıların beşiğine geri dönmüştür. İlginç benzetmelerle dikkatleri çeken Mehmet Ali Yılmaz yine bu futbolcu için “gol makinesi aldık çamaşır makinesi çıktı” demiştir. Neyse ki Mehmet Ali Yılmaz yabancı hocalardan gâvurlar diye bahsedip sadece ten rengine takılmadığını gösterdi. Campell’dan sonra Çarşı’nın sevgilisi Pascal Nouma Star gazetesinin haberiyle yamyamlıktan nasibini aldı. Yine Pascal Nouma için Hakemlerimizden birinin “zenci arkadaş” tabirini kullanması medyanın tepkisini çekmişti. Her ne kadar hakem arkadaş özür dilese de şunu da unutmayalım ki Pascal Nouma Fransa’da ırkçılarla mücadele eden derneğin kurucu üyelerinden. Yine ülkemizde oynayan Mali’li Coulibaly ve Samuel Johnson’a arkadaşları sevimli maymun derdi. Ve bunun gibi yüzlercesi….Holigan azgınlığı ve ırkçılığın had safhada olduğu Avrupa’da futbolu seven gerçek taraftar kendine göre önlemler almaya çalışıyor. Bunların başını İngiltere merkezli “ırkçılığı bir tekmede futbolun dışına atalım” kuruluşu çekiyor. Buna benzer dernekler hemen hemen Avrupa’nın her ülkesinde var. Avrupa’nın genelini kapsayan en anlamlı kampanya ise Avrupa Konseyi’nin hepsi farklı hepsi eşit kampanyası. Irkçılığa vurulan en anlamlı darbe ise siyah ve beyazların karıştığı Fransa Milli Takımı. 98 yılında düzenlenen Dünya kupasını alması ardından da 2000 yılında düzenlenen Avrupa Kupası’na uzanması horozların ırkçılara karşı “bu da size kapak olsun” mesajı gibiydi.Netice olarak ırkçılık, “kendi gibi olmayandan” hoşlanmamanın değişik versiyonu. Futbolun gerçek taraftarı ise sahada ırk mücadelesi değil büyüleyici futbol istiyor. Fransa Milli Takımının yaptığı gibi…

DERBİ NEDİR? NE DEĞİLDİR…

Türk milleti olarak her şeyi tam “gaz” yaşamaya bayılıyoruz…

En ufak bir olayı “ballandıra ballandıra” anlatmakta bu dünyada üzerimize yoktur sanırım. Bunlardan biri olan ve anlamını dahi bilmediğimiz bir terim var “derbi maçı”.

bilinenin aksine birinci sınıf bir "derbi maçı" bir ülkenin iki büyük takımı veya aynı şehrin iki büyük takımının karşılaştığı müsabaka değildir.

derbi maçı; sosyal, kültürel, mezhep farklılığı, görüş ayrılığı gibi belirli bir sebepten dolayı aralarında fark bulunan iki spor kulübünün kendi aralarında yaptığı maçtır.

bu tür maçlar "rivaliers" olarak adlandırılır. bir de şehir derbisi denilen maçlar vardır ki bunlar aynı iki şehirde bulunan iki takımın veya komşu olan iki ilin veya ilçenin birbirleriyle yaptıkları maçlardır. "city derbies" olarak da bilinen bu derbiler dünyanın her yerinde vardır. kimi fazla izlenir kimi fazla izlenmez. o yüzden bu tür şehir derbilerine ikinci sınıf derbiler denir.

"rivaliers" olarak bilinen derbilere bir kaç örnek verelim.

bunların en büyüğü hiç süphesiz boca juniors - river plate karşılaşmasıdır. bariz bir şekilde sınıf derbisi olan bu karşılaşma iki ateşli taraftar grubunu daima karşı karşıya getirir. arjantin'deki düşük gelirli insanların gurur kaynağı olan boca juniors ile zengin aristokrat sınıfını temsil eden river plate takımlarının mücadele ettiği bu sosyal statü derbisi arjantinliler için ölüm kalım olayıdır. superclasico diye adlandırılan bu derbide holiganizm öyle abartılmıştır ki artık mezarlıklar dahi bocalılar - river plateliler diye ikiye ayrılmıştır.

dünyanın en büyük derbisi olan superclasico'yu takip eden derbi maçı ise iki farklı mezhebi stadyumlarda karşı karşıya getiren old firm olarak da adlandırılan glasgow celtic - glasgow rangers maçıdır. bu derbi maçı superclassico'nun derbiler listesindeki yerini tehdit eden en büyük derbidir. nehrin iki kıyısında yaşayan protestanlar ile katolikleri karşı karşıya getiren bu müsabaka tarih boyunca önemini yitirmeyecektir.

simon kuperin futbol asla sadece futbol değildir kitabında gecen "… protestanların takımı olan rangers tarihi boyunca transfer ettiği sadece iki katolik futbolcusunun attığı gollere sevinmemiştir. iki protestandan biri mourio johnston adında bir oyuncudur. rangers taraftarı johnston gol attığında şayet o maç 1-0 bitmişse golü saymıyorlardı." satırları bu maçın taraftarlarca maçtan çok bir mezhep kavgası olduğunu hatırlattırır.

derbilerin belirli bir anlamı olduğunu şiddetle savunan biri olarak en önemli derbiler sıralamasında üçüncü sırada el clasico adı ile anılan real madrid- barcelona maçı vardır. sebebi ise real madrid’in kral ve kralcıların takımı olması, barcelona’nın ise kralın egemenliğini reddeden katalanların takımı olmasıdır.

arjantin'de river plate veya boca juniors taraftarı olmak bir ekol ise ispanya'da da barcelona veya real madrid taraftarı olmak bir ekoldür. her katalan, milliyetçi duygularla barcelona taraftarıdır. barcelona'da yetişen bir çocuk türkiye'deki gibi beş yaşına kadar annesinin, 10 yaşına kadar da babasının taraftarı olduğu takımı tutmaz. orada doğan çocuklar barcelona taraftarı olarak doğar büyür ve ölürler. barcelona'da büyüyen kızlar türkiye'deki gibi sevgilisinin taraftarı olduğu takımı tutmaz, bir futbolcu yakışıklı diye o takımın taraftarı olmaz. her ne olursa olsun barcelonalıdır ve barcelona'yı tutar. aynı şekilde real madrid taraftarı da böyle tanımlanabilir.

ingiltere'de ise yahudilerin kurduğu kulüp olan tottenham ile arsenal arasında oynanan maçlar derbi konumundadır. ayrıca işçi sınıfının takımı olan liverpool ile beyaz yakalıların takımı manchester united'da bu kategoriye girer. ayrıca manchester united - manchester city ve sunderland - newcastle united müsabakaları ingiltere'nin en ateşli şehir derbileridir.

diğer yandan nasyonal sosyalistlerin takımı lazio ile roma maçları da rivaliers kategorisine girer. son zamanlarda ise lazio ile livorno maçları iki farklı ideolojiyi karşı karşıya getirdiği için dikkat çekicidir. ayrıca italya'da arsitokrat ve elit tabakanın takımı ac milan ile varoşlardaki insanların takımı inter milan arasındaki müsabaka da birinci dereceden önemli derbi maçına örnektir.

ülkemizde ırk, sosyal sınıf, statü, sosyal, kültürel, mezhep farklılığı, görüş ayrılığı gibi ayrımcı etmenler olmadığından dünyanın ikinci sınıf olarak gördüğü sehir derbileri bizde birinci sınıf konumundadır. “city derbies” denilen bu derbiler her şehir veya bölgede bulunur. galatasaray - fenerbahçe maçı bunlardan biridir. buna benzer küçük derbiler taraftar sayısına oranla dünyanın her yerinde aynı heyecan aynı atmosfer ile oynanır. bu ister "rivaliers" gibi önem verdiğimiz için onlarla birlikte sayıp derbi diye adlandırdığımız ve sayfalarca yer verdiğimiz galatasaray fenerbahçe maçı olsun, ister maçlarına en fazla 5000 kişinin geldiği ünyespor - fatsaspor maçı olsun. bunların hepsi şehir derbisi statüsündedir.

öte yandan kızılyıldız - partizan, olympiakos - panathinaikos, shaktar donetsk - dinamo kiev gibi iki ülkenin önemli takımlarının karşılaşması da bulundukları ülkelerdeki en güçlü takım olmaları açısından derbi diye nitelendirilir.

Vur Kır Parçala… Bu Maçı Almasan da Olur!

Endüstriyel futbolun gelişmesiyle futbolda görselliğin ikinci plana itilmesi, asrın oyununda çirkin işlerin meydana çıkmasına yardımcı oldu. Bu çirkin işlerin başında tabii ki de holigan faaliyetleri geliyor.

İlk olarak Britanya Adası’nda çıkan holigan kelimesi, belirli bir etkinliğe gereğinden fazla önem veren kişilere denir.

Britanya’da futbolla düşüp kalkan insanlar tipik holigan profili çizerler. Bu tarz kişiler ellerinde en ucuz içecek olan biralarla publarda maç izleyip, maçtan önce ve sonra olay çıkarmalarıyla ünlüdür.

Maddi durumları biraz da orta halli olanlar ise stadlara gidip taraftar statüsüne girerler ki maçtan önce ve sonra olay çıkarmak için rakip taraftarın holiganlarına saldırırlar.

Ezeli rekabetin had safhaya ulaştığı takımların fanları arasında sıkça görülen holigan kapışmasının kısa tarihi böyle.

Türkiye’de ise durum dünyadakinden farklı değil. Holiganların çıkardığı şiddet olayları futbol pastasının ekonomik büyüklüğüyle bire bir alakalı. Özellikle 1990’ların ortalarından sonra daha da arttı.

Bunun başlıca sebepleri arasında şiddeti önleyici yasaların yeterli düzeyde olmaması geliyor. Eski kanunlara göre ayarlanmış küçük meblağlar olup caydırıcı olmayan para cezaları önlemlerin yetersizliğindeki en büyük etmen.

Ayrıca futbolu yöneten insanların bizden üstün liglerde bir fanatizm olayı olduğunda onları örnek gösterip “bakın sadece bizim lige olmuyor” deyip bunu futbolun doğası gereği olan bir şeymiş gibi göstermeleri futboldaki şiddeti körüklüyor.

Futbolun bir oyundan ziyade bir ölüm kalım savaşı olduğunu düşünen holiganlar şiddete ve fanatizme prim tanıyor.

Ayrıca kültürel yetersizlik ve varoş kültürünün getirdiği mağlubiyeti sindirememe güdüsü şiddetin sebepleri arasında gösterilebilir.

Ayrıca ülkemizde bulunan işsizlik, fanatizmin meydana çıkmasındaki etkenlerden biridir. Bireylerin bir şeylerle meşgul olmayışı ve emek sarf etmeden uğraşabilecekleri bir hobi olan futbolda yoğunlaşması holiganizmi doğuran etmenler arasında yer alır.

Ayrıca kulüplerin amigo dediğimiz tribün liderlerinin üzerindeki otorite boşluğu ve başıboşluluk, insanlardaki populizm merakı yine holiganizmi tetikleyen faktörlerdendir.

Medya, taraftar ve yöneticiler üçgeninde devamlı süren “kulübü kontrol altına almaya çalışma mücadelesi” Türk futbolundaki şiddetin sebeplerindendir.

Futbol izleyicisi, küfürden ve her türlü futbol şiddeti ve fanatizmden uzak durup tel örgülerin olmadığı stadlarda rakibi de alkışlamayı da öğrenmelidir.

Her ne kadar iyi dileklerimizi ütopik olduğu halde söylesek de hoşumuza gitmeyen bir davranışta futbol için etik olmayan şeyleri söylüyoruz. Tribünlerimizde eksik olmayan şiddet ve küfürlü tezahüratı intikam yemini edercesine söylediğimiz “vur kır parçala, bu maçı kazan” gibi tezahüratları tamamen lügatımızden atmadıktan sonra ne gerçek futbol izleyicisi oluruz ne de gerçek futbol oynayanları ligimizde görebiliriz.

"Terimleşmek"

Terimleşmek

Milli Takım Dünya Kupası’na gidememenin şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken teknik direktör kavgası ortaya çıkıverdi.

Yerli mi yersiz mi yabancı mı uzaylı mı tartışmaları bir yana dursun terim’in milli takımı bırakması çoğu insana derin bir ohh çektirdi.

Bunlardan biri de benim.

Sebepleri aslında çok açık. Ama bu sebepler arasında Dünya Kupası’na gidememek benim için ikinci hatta üçüncü planda. Milli Takım’ı oyun konsollarındaki kişisel takımı gibi yöneten ve başarısızlık halinde dahi bu kararında ısrar eden Terim bu zamana kadar yaptığı yanlışların kendinden kaynaklandığı gerçeğini hiçbir zaman kabullenmek istemedi. Lider olmayı kibirlenmek ve ukalalaşmak olarak gören Terim kendini içinden çıkılmayacak bir bataklığa sapladı. Çırpındıkça battı.

Bu kibirli ve ukala tavrı, alçakgönüllü ve mütevazi insanları daha bir sıcak bulan türk halkını kendisinden iyice soğuttu. Türk halkı artık Terim’i istememekten öte Terim’den nefret etti. Bunun tek sebebi ise Terim’in kendisiydi.

Sadece kendisi kibir gösterse yine iyiydi. Terim’in adamları diye futbol tarihine çoktan beridir geçmiş olan futbolcular bu kibrin etkisinde kalarak kendilerine rol model olarak Fatih Terim’i seçtiler. Sorun buydu. Terim ve Terim’in adamlarının ayağı bu yüzden yere hiçbir zaman düzgün basamadı. Tribüne doğru parmak sallamalardan tutun da protesto eden taraftara “erkeksen buraya gel” diye kabadayıca davranan futbolcular tamamen Fatih Terim’in ürünüdür.

Tabiî ki taktiği, stratejiyi ve hitap edeceği kitleyi iyi bilmek önemli ama her şeyden daha önemlisi “haddini” bilmektir.

İşte Terim ve kurmayları burada en büyük hatasını haddini bilememek ile yaptı. Bosna maçından sonra hakem hakkında “Fatih Terim’i oyundan attım diye Portekiz’de havasını atar demesi” en son hadsizliğiydi bence. “Ders almam ders veririm” sözünden asıl ders alması gereken Fatih Terim’di. Ama almadı ve dersini Estonya gibi Avrupa’nın 5. sınıf takımlarından alması, burnundan kıl aldırmayan Terim’i iyice hadsizleştirdi. Kaçan Dünya kupası treninin ardından yapacak bir hamlesi kalmayan Terim, kariyerinin sonlarına gelmiş ve kariyeri boyunca hiçbir başarı elde edememiş futbolcular gibi sağa sola saldırmaya başladı. Amiyane tabirle hızlı bir şekilde öfkeyle kalktı ancak zararla oturdu.

Elindeki futbolcularla yetinmek isteyen Fatih Terim gurbetçi genç yetenekleri takıma kazandırmaması başarısızlığın en büyük nedenlerinden biriydi. “Malik Fathi’yi biz arap sanıyorduk”, “Mesut Özil’i Almanya 21 yaşaltında oynayana kadar duymamıştık”, “Gökhan İnler ve Eren Derdiyok’u İsviçre A Milli Takımı’yla oynarken gördük” diyen bir Milli Takım hocasından ancak bu başarısızlık beklenirdi. Sen gurbetçi futbolcuların performansını görmeden Brezilya’dan devşirme oyuncu için çırpınırsan alacağın en iyi sonuç Estonya ile deplasmanda berabere kalmaktan başka bir şey olmaz.

Aldığı astronomik maaşa rağmen genç yeteneklerin üzerine eğilmeyen aksine devamlı kendi adamlarını formsuz dahi olsa milli takıma çağıran Terim bu ve bu gibi hatalarla Milli Takımımızı Güney Afrika Dünya Kupası’na götüremedi.

Milli takım’ın Euro 2008’de aldığı başarıda Fatih Terim’in payı sıfıra yakındır kanımca. “Besmele çek topa vur yaratana sığın gol olsun” mantalitesiyle sahaya çıkan bir futbol takımıyla yaradana sığınarak gol bulan Terim, milli takımın üçüncü olmasında yine haddine olmadan en büyük payı kendine çıkardı.

Artık Türkiye’de “haddini bilmemek” kelimesi “Terimleşmek” kelimesiyle eş anlama geldi.

Şimdi önümüzde yeni bir dönem yeni bir sayfa var. Aslında olayı kökten çözmek lazım. 13 -15 – 17 yaş altı milli takımındaki futbolcuları gerçek bir futbolcu disipliniyle yetiştirmek bu çözümün başlangıcıdır. Zaten küçük yaşlarda tam bir futbolcu disipliniyle yetişen futbolcular gelecek turnuva ve kupalar için gerçekten umut vaad edecektir. Bu tarz bir ekol için benim önerim Abdullah Avcı'nın Ümit Milli Takım'ın hocalığına ayrıca A Milli Takım'ın da teknik direktör yardımcılığına getirilmesidir. Teknik direktör konusunda ise disiplinden taviz vermeyen futbolcu yetiştirmenin ne demek olduğunu bilen ayakları her daim yere basan, hiddink geri kalanı halledecektir.


Eğer böyle olmayıp altyapıya önem vermezsek yapacağımız şey yine Fatih Terim gibi bu ülkenin futboluna zarar vermektir.