Bu Blogda Ara

23 Mayıs 2010 Pazar

TÜRK FUTBOLUNA DAMGASINI VURMUŞ FİYASKO TRANSFERLER

Koskoca bir sezona yön verecek oyuncuları belirlemek için yapılan transfer çalışmaları futbol seyircisini şampiyonluktan sonra en fazla heyecanlandıran faktörlerden biridir. Her transfer döneminde gazeteler marifetiyle kulüplerimize akla hayale gelmeyecek isimler transfer edilir. Görüşmelerin son aşamada olduğu hatta futbolcunun Türkiye'yi gezmeye geldiği bile söylenir. Ancak bu transferlerin çoğu eş veya sevgili engeline takılır gerçekleşmezdi.

Gelenler ise bir yıldızın veliahdı olarak getirilirdi ülkemize. Havaalanlarında omuzlara alınıp çiçeklerle ve ateşli tezahüratlarla karşılanırdı. Kimileri tecrübenin adresi olarak getirilirdi yüklü bonservis ücretleriyle… Kimileri de takımı için devre arası kurtarıcısı olsun diye getirildi.

Her şey bir yana işte son 20 yılda Türk futbol tarihine damgasını vuran fiyasko transferler...

10 - Osvaldo Nartallo (Beşiktaş)

Önceki takımıyla Milan’a karşı oynadığı hazırlık maçında attığı gol sebebiyle Gordon Milne tarafından ısrarla transfer edilmesi istendi. Zamanın spor gazetelerinde yayınlanan fotoğraflarda yeni Kempes olarak lanse edilen Arjantinli Nartallo, transferinden bir gün sonra tesislerde basın mensuplarının önünde top sektirmeye çalıştı. Ama rivayet odur ki, hiçbir denemesinde üç sektirmeden öteye geçemedi.

Dede tarafından İtalyan olması sebebiyle kısa sürede Serie A’ya transfer olacağını her fırsatta dile getiren 22 kez Arjantin Milli Takımının formasını giyen oyuncunun Beşiktaş’tan ayrılışı, çizme istikametine değil de şimdilerde adı sanı dahi duyulmayan Petrolofisispor’a doğru oldu. Nartallo, oynadığı sezon Beşiktaş’ın en golcü oyuncularından birisi oldu ama attığı gollerin yarısının boş kaleye, geri kalan yarısının da burun, kalça, diz, sırt gibi ayak dışı organlarla atılmış olması ilginçti. Ancak yine de oynadığı sezon Fenerbahçe’ye her iki maçta da 2-1 yenilen Beşiktaş’ın iki golünün de sahibi olması dikkat çekicidir. Ülkemize gelmiş yabancılar arasında kötünün iyisi olarak tarihteki yerini alan futbolcunun futbolu bıraktıktan sonra ülkesinde kasaplık yaptığı rivayet edilmiştir.

9 - Adrian Knup (Galatasaray)

Birinci Fatih Terim döneminin büyük umutlarından biri olan Adrian Knup, Galatasaray’a İsviçre Milli Takımı’nda 50 kez milli olup 26 gol atmış bir futbolcu olarak 1996-97 sezonu başında Karlshure takımından geldi. Ancak Alman Ligi’ndeki dört yıllık kariyerine ve ‘94 Dünya Kupası’ndaki göz alıcı performansına rağmen Knup, sarı kırmızılı takımda sadece bir sezon oynadı. Attığı gol sayısı ise Galatasaray’ın Zeytinburnuspor’u 5-2 yendiği maçta bir gol ve UEFA Kupası ön elemesinde Constructorul maçında attığı golle sınırlı kaldı. Haliyle de devre arasında ülkesi İsviçre’nin Basel şehrine geri döndü ve futbolu burada bıraktı. Adrian Knup, son yıllardaki fiyasko transferler içinde çok şöhretli olmayan, ama iyi bir forvet olarak bilinmesi sebebiyle şaşırtıcı bir hayal kırıklığı olarak hafızalarda kaldı.

8- Gabriel Tamas, Ovidiu Petre, Florian Bratu üçlüsü (Galatasaray)

1970’lerdeki Fethi Nihat Ender ve 1990’lardaki Metin Ali Feyyaz üçlemelerinden sonra türk futbolunun bu zamana kadar ki son üçlemesi Gabriel Tamas, Ovidiu Petre, Florian Bratu üçlemesidir. Gheorghe Hagi’nin Türkiye’ye ayak basışı, nasıl Adrian Ilie, Filipescu, Popescu, Lucescu gibi Türk futbolunun yararına olacak örnekler ortaya çıkardıysa Sabin Ilie, Lutu, Radu Niculescu gibi akıllara zarar örnekler de çıkardı. Ama bunların en belirgini, Galatasaray taraftarının her hafta katlanmak zorunda olduğu işkencenin üç temsilcisiydi. Fatih Terim’in uğruna spiker fırçaladığı Gabriel Tamas’ın başını çektiği bu üç oyuncu, Galatasaray tarihinin son yıllardaki en kötü döneminin mimarlarındandı. Önde gelen özellikleri, Tamas ve Petre’nin oldukça ağır, Bratu’nun ise gereğinden fazla hızlı olmasıydı. Bratu, Galatasaray’dan sonra Nantes’ın yolunu tuttu, ancak sonra oradan Valencienns’e kiralanarak alıştığımız yeteneklerini sergiledi ve 12 maçta tek bir gol dahi atamadı. Petre ülkesi Romanya’ya dönerken Gabriel Tamas ise ilginçtir Galatasaray’dan sonra Spartak Moskova’ya transfer oldu. Sonra Celta Vigo’ya kiralanarak 23 maçta forma giydi. Kendi etrafında dönmesi yaklaşık beş saniye süren Tamas’ın bunu nasıl başardığı ayrı bir merak konusu. Ne diyelim, her üçleme Brehme-Klinsmann-Mathaaus (Inter) ya da Rijkaard-Gullit-Van Basten (Milan) gibi olmuyor.

7- Vladimir Beschastnykh (Fenerbahçe)

Yeni bir Scevchenko diye lanse edilen Rus forvet ile 2002-2003 sezonunun devre arasında 2,5 yıllık sözleşme imzalandı. Spartak Moskova takımından çok yüksek bir bonservis bedeliyle kadroya katılan oyuncu, futbolundan çok telaffuz edilemeyen soyadıyla konuşuldu. Aranan kan olmadığının anlaşılması uzun sürmedi ve sezon sonunda çok cüzi bir rakama Rusya’nın ikinci lig ekiplerinden Kuban Krasnador'a verildi.

6- Sabin Ilie (Fenerbahçe)

Kardeş ikililer her zaman Alveladze veya Laudrup kardeşler gibi verimli olmuyor. Galatasaray’da oynadığı bir buçuk sezonda gösterdiği müthiş futbol ile Valencia’ya transfer olan Adrian İlie ile aynı sülbden geldiği için yetenekli olduğu düşünülen Sabin İlie’nin Fenerbahçe’ye tek yararı Moshoeu ile takasta kullanılmasıydı. Fenerbahçe’nin düştüğü hata kendilerine özgü olmamalı ki yine kardeşinin peşinden Valencia’nın yolunu tuttu ve Valencia formasıyla antrenmanlarda dahi gol atamayarak ülkesi Romanya’ya gönderildi. Ülkesinde de aradığını bulamayan kısmetsiz kardeş kariyerini Çin’in ikinci liginde sürdürdü.

5- Souleymane Oulare (Fenerbahçe)


Fenerbahçe’ye gelirken Belçika Ligi’nin son sezonunda şampiyon olan Racing Genk’in 17 golle gol kralı futbolcusu unvanını da beraberinde getiren Gineli golcünün Fenerbahçe’deki ömrü, yarım sezon ve dört gol ile sürdü. Havaalanında kendisini karşılayan onbinlerce taraftarı görünce şaşırmış acaba başkasını mı bekliyorlar diye meraklı gözlerle kameralara bakarken yakalanmıştı. Oynadığı yarım sezonda bekleneni veremeyip Las Palmas’a transfer olan futbolcu orda da aynı performansı göstermiş olacak ki, oradan İngiltere’nin Stoke City takımına transfer oldu. Kariyerinin dibini ise Belçika 2’nci Ligi’ndeki yerel takımlarda geçirdi.

4- Thomas Hengen (Beşiktaş)

Beşiktaş’a “ateş almaya gelmiş” yabancı futbolcularından sadece bir tanesiydi Thomas Hengen. Feldkamp ile başlayan, Briegel ile sonlanan 1999 – 2000 sezonunda Beşiktaş’a Borussia Dortmund’dan transfer oldu. Kendi takımında banko oynayamayan ama yine de çok da kötü olmayan bir liberoydu.
1999 – 2000 sezonu başladıktan kısa bir süre sonra sorunları baş gösterdi. Gazetelere göre Thomas Hengen’in nişanlısı hamileydi ve Türkiye’de yaşamak istemiyordu. Hengen’e Almanya’ya geri dönmek için baskı yapıyordu. Sezonun onuncu haftası gelmeden sözleşmesi fesh edilerek geri gönderildi. Buraya kadar her şey normal. Beşiktaş’ın her sezon yaşadığı bir senaryo. İşin farklı bir boyutu Hengen Almanya’ya döndükten sonra ortaya çıktı.
Çok sevdiği nişanlısının kaprisleri yüzünden geri dönen ve Wolfsburg ile anlaşan Hengen’i bekleyen sürpriz adeta Türk filmi türündeydi. Thomas Hengen’in önce nişanlısından ayrıldığı haberi geldi, sonra da nişanlısının Hengen’den değil, Hengen'in arkadaşından hamile kaldığı... İşte böyle garip bir hikâyenin kahramanıydı Thomas Hengen...

3- Victor Shaka (Trabzonspor)

Bu da türk futbolunun şaka gibi transferlerinden biri. Trabzonspor’un bir diğer transfer hadisesi Misse Misse ile birlikte transfer edilen Nijeryalı golcü Victor Shaka, basın mensuplarının yine top sektirme konusunda engin yeteneklerine şahit olduğu futbolculardandı. O zamanlar Trabzonspor’da oynayan Tolunay Kafkas’ın ifadesiyle çok iyi göğüs stopu yapan golcü, transfer olduğu takımda maç kadrosuna bile giremeyen oyuncular kervanının önde gelen temsilcilerindendi. Rivayete göre antrenmana gitmeyip onun yerine Trabzon’un tarihi ve turistlik yerlerini gezen bir futbolcudur.

2- Dominic Iorfa (Galatasaray)

İşte ‘Türk futbol tarihinin skandal transferlerinden biri’ yakıştırmasına kimsenin itiraz etmeyeceği bir transfer. Oynadığı kulüplerden biri olan ve 18 ay boyunca gol atamadığı İskoçya’nın Falkirk takımının teknik direktörü, kendisini antrenmanda görene kadar transfer edildiğini bilmediğini söylemiştir. Oynadığı bir başka kulüp olan Southend United’a, asıl transfer edilmek istenen kardeşi Daniel Iorfa’nın yerine yanlışlıkla transfer edildiği söylenir.

Mustafa Denizli’nin ısrarla istediği, kariyerinde Galatasaray ve Falkrik dışında hep yerel takımlarda oynayan Dominic Iorfa’nın, ülkesinde 400 metre atletiyken futbolculuğa yatay bir geçiş yaptığı, bu yüzden kendi kendisine orta yaptığı ve attığı paslara kendisinin koştuğu söylenir. Buna rağmen Nijerya milli takımında 21 kez milli olduğu gerçeği de dikkat çekicidir.

1- Francesco Manassero (Beşiktaş)

Sadece Beşiktaş tarihinin değil türk futbol tarihinin belki de en skandal transferlerinden biridir. 1993 yılında Beşiktaş forması giyen futbolcu hakkında inanılmaz iddialar ortaya atılmıştır. Oyuncunun kariyeri ile ilgili net bilgiler bulunmamakla birlikte 23 yaşında diye alınan futbolcunun aslında 33 yaşında olduğu, transfer edilmeden önce futbolu bıraktığı, hatta Gordon Milne'nin bu oyuncunun transferinden komisyon aldığı ve Beşiktaş yönetimi ile arasının açılmasının en önemli nedeninin Manassero olduğu iddia edilmiştir.

Bu futbolcunun hakkındaki en ürpertici iddia ise Francesco'nun Arjantin Milli Takımı'nda oynadığı iddia edilerek transfer edilmesi ancak futbolcunun Perulu olduğunun transfer edildikten sonra anlaşıldığıdır. Francesco'nun Beşiktaş kariyeri sadece 3 hafta sürmüş, sonra izini kaybettirmiştir.

Besmele çek topa vur, yaradana sığın gol olsun.

İsviçre ve Avusturya tarihinin belki de en güzel ve en renkli yazını EURO 2008 ile yaşadı. Kimi bu turnuva için İsviçre’ye gitti, kimi ise televizyon karşısında Euro 2008 maçlarını heyecanla izledi.

Tüm Asya ve Afrika kıtasının desteğini ve “duasını” arkasına alan milli takımımız, taktik sistem veya herhangi bir futbol terimiyle açıklanmayacak çoğu şeyi dünyaya gösterdi.

Futbol adına değil de azim özveri ve hırs adına bu turnuvaya çok şeyler kattık.

Diğer taraftan bir ilk de milli takımımızın 13 veya 14 kişiyle yarı final maçına çıkması turnuvanın enteresan hadiselerinden biri.

Euro 96’da Almanya milli takımına gösterilen ayrıcalığın bize gösterilmemesi bir yana yarım yamalak bir kadro ile turnuvayı tamamlamamız da bize sempati kazandıran olaylardan.

Milli takımımız oynadığı 5 maçın 4’ünde kötü futbol oynadığını kabul etmek gerek. Bu 4 kötü performanslı maçın üçünü kazanmamız ve birini kaybetmemiz futbol ilahının bizden yana olduğunun göstergesi. En iyi oyunumuzu ortaya koyduğumuz Almanya maçında ise bireysellikten kaynaklanan bir hata sonucu yenilmemiz kaderin cilvesi diye nitelendirilecek bir olaydır.

Milli takımımızın tarihin en heyecanlı maçını çıkarması gerçekten olağan üstü bir şeydi. 2-0 dan 3-2’lik çek maçı ve 120. dakikada yalçın çetin’in semih semih semih diye haykırışları arasında çıktık yarı finale.

Zaten turnuva boyunca maçlar genellikle şansa dayalıydı. Yani iyi oynayan takım kaybetmiş veya ucu ucuna kazanmıştı. Bunun en büyük istisnası ise Hollanda milli takımı. Portakallar İtalya ve Fransa’yı hallaç pamuğu gibi savurup attıktan sonra yedekler ile Romanya’nın karşısına çıktılar.

Her türlü futbol sistemine uyan Hollanda milli takımı turnuvanın gözdesi olan 4-3-3 sistemini başarıyla uygulayıp rakiplerinin kâbusu oldular. Bir zamanlar total futbolu dünyaya sunup milyonların beğenisini alan Hollanda’nın oynadığı futbolun güzelliğine rağmen Rusya gibi bir rakibe elenmesi turnuvanın bence en büyük sürprizlerindendi.

Hollanda’nın elenmesinin tek sebebi Guus Hiddink ve onun Hollanda ekolünü adeta yalamış yutmuş olmasıdır. Bir nevi çivi çiviyi söker hesabı oldu portakallar için.

Yoksa bir Hollandalıdan başka hiçbir teknik direktör veya milli takım Hollanda’yı yıkacak güçte değildi.

Ayrıca son Avrupa kupasının şampiyonu Yunanistan’ın adeta yalan olması Yunanistan’ın Euro 2004’teki başarısının tesadüfen olduğunu kanıtlar.

Ayrıca Almanya’nın doğru dürüst futbol oynamadan finale kadar çıkması bizden daha ballı olduklarını gösterir. Hırvatistan maçında top yüzü göremeyen, Avusturya maçında şansına atılan bir frikik ile galibiyete uzanan panzerler, çeyrek finalde üç duran top organizasyonuyla Portekiz’i saf dışı bıraktılar.

Çeyrek finalde özellikle Mihael Ballack’ın faul kokan kafa vuruşu tartışılır nitelikteydi.

Yarı finalde ise Rüştü ve defansın bireysel hataları sonucu finalin kapısını aralayan panzerler yine turnuva takımı olduğunu gösterdi.

Hiçbir futbol taktiği ile açıklanmayan uğruna onlarca spor yazarının kafa patlattığı Fatih Terim’in taktiğine bir isim buldum sonunda.

Besmele çek topa vur, yaradana sığın gol olsun!

Sizce de böyle değil miydi?

28 Nisan 2010 Çarşamba

Ahlak Farkı

Son yıllarda hayatımıza girmiş aptal bir futbol deyimi var. İdeolojik futbol. Bu tip insanlar futbolcunun yeteneğini görmezlikten gelip sadece ideolojilerine takılır ki insanın deliresi gelir. Tabii ki bahsettiğim sağcı ve solcu futbolcular.

Türkiye’de de vardı bu bir dönem. Mesela Kemalettin Şentürk. Koskoca kariyeri boyunca bir İsrail takımına attığı golden başka hiçbir pozisyonda hatırlanmayan bir futbolcu benim için Kemalettin. Kötü futbolcu değildi ama övüldüğü kadar iyi de değildi. Bunlardan bir tane de İtalya da var takımımı satmam ideolojimi satmam diye geziyordu. Sonra Ukrayna’ya transfer oldu falan. Velhasıl bahsettiğim bu olaylar futbolda başkalarının rüyasını gören hiçbir zaman kendi olamayan insanları pek memnun eder. Tabi hep sol cenahta yok böyle tipler. İşte hayatta en nefret ettiğim adam. Di Canio Özellikle yaptığı rezilliği inkar etmesi onu daha da iğrençleştiriyor. Geçen videolarımı karıştırıyordum. Ve bu adama tekrar denk geldim. Roma maçında attığı gole. Golden sonra yaptığı “Mussolini Selamı” tek kelimeyle Tek kelime ile iğrenç...
İtalya’daki faşist tutumun yansımalarını geçtiğimiz yıllarda İspanya’da da yaşadık...
İspanya-İngiltere arasında oynanan milli maçta, İspanyol taraftarlar İngiliz futbolculara ırkçı hareketlerde bulundu...
Tekrar dönelim Di Canio’ya...
Maçtan sonra verdiği demeçlerde yaptığı hareketin hiçbir siyasi yönü olmadığını söylüyordu...Koca bir yalan... Resmen Mussolini selamıydı bu... Di Canio... bence bir sporcuda olması gereken en önemli özellik ahlak. Ama İtalyanda maalesef yok...
Şimdi dönelim 1990’lı yıllara
İtalya yine aynı İtalya...
Ama tek bir fark var...
O da Maradona...
Şimdi diyeceksiniz ki “Aman efendim, Maradona’da ahlaklı mıydı?”
Hani bir dönem uyuşturucu kullanmıştı ya...
Bunu kendisi de kabul ediyor zaten...
Arjantin’de Maradona’nın hayatını anlatan kitaptaki ifadeler aynen şöyledir:
“İtalya'da 1991'deki doping olayı Maradona'ya göre İtalyanların intikamıdır. Çünkü Arjantin 1990 Dünya Kupası'nda İtalya'nın önünü kesmiştir...
Benden intikam alınacağı belliydi. Ben buna Antonio Matarrese'nin (İtalya Futbol Federasyonu Başkanı) dopingi diyorum. Çünkü analiz yaptırdıkları laboratuvar şüpheli; üstelik sadece benim durumumda değil. Sadece ben olsaydım, İtalyanlar hiç araştırmazdı zaten. Bu doping intikamdı, çünkü Arjantin İtalya'yı elemişti ve onlar milyonlar kaybetmişti.”
1990 yılında İtalya’daki Dünya Kupası’nda yaşanan bir olay her şeyi daha iyi açıklıyor...
İtalya ile Arjantin arasında İtalyanların karşılaşmada o taraftarlar “İtalya” değil, “Arjantin ve Maradona” şeklinde tezahürat yapmışlardı...
Çünkü Maradona, İtalya’nın Napoli takımında forma giymişti ve orada şampiyonluk kazanmıştı...
En önemlisi de “sevgi” kazanmıştı...
Sorun nerede biliyor musunuz?
Maradona, 1986 yılında İngiltere’ye attığı golden sonra, golü elle attığını kabul etti...
Çünkü, Arjantinli yıldız bunu söyleyecek kadar ahlaklıydı...
Paolo Di Canio ise yaptığı çirkin hareketi kabul etmiyor... Yani o kadar ahlaksız…

Yıllar geçip Di Canio’nun yaptığı selam tarihin tozlu raflarında yerini alınca futbol sevgisiyle dolu olan fanatizm ve holiganizm çukuruna düşmemiş olan hiçbir İtalyan Di Canio için iyi şeyler düşünmeyecek.

Arjantin’in efsane isimlerinde Peron’ Don’t cry for me Argentina der. Yani benim için ağlama Arjantin…

Evet,

Futbol dünyasından silinip gittiğinde İtalya senin için ağlamayacak Di Canio.

Diyeceksiniz ki hiç mi iyi yanı yoktu bu futbolcunun. Elbette vardı. West Ham United’da oynarken boş kaleye gol atacağına sakatlanmış kaleciyi görüp maçı durdurdu. Yaşamı boyunca bu örnek hareketiyle değil faşizm selamıyla anılacak…

5 Nisan 2010 Pazartesi

Sevgilisine bebek taklidi yapan şımarık varoş kızı

Kendini bulunmaz Hint kumaşı zanneden, hiçbir şey bilmeyen lakin her şeyi bildiğini zannedip her işe gereksiz burnunu sokan kız modelidir.

Bu tarz kızlar genellikle ilk başta kendini amiyane tabirle “yamamaya” çalışmaktadır. Bu yüzden kurlara kanıp fiziksel ihtiyaçlardan ötürü aşık olan veya kendini aşık sanan kurbanımız için hayat çekilmeyecek bir hal almaya başlayacaktır.

Kızın her türlü şımarıklığına boyun eğen çıkarcı erkek ve kendinden çıkar sağlandığının farkında olan ve bu yüzden her türlü egosal tatminini erkek üzerinde deneyip egemen kılan iki arızalı insanın aşkından bir parçadır bebek taklidi yapmak.

Bu hastalıklı davranış zamanında çocukluğunu yaşayamamış veya da tek çocuk olduğu için gereğinden fazla çocukluğunu yaşamış ve çocukluğundan kurtulmak istemeyen genellikle 16-21 yaş arası kızlarda görülür.

Beyin olarak gelişmemiş ve kendini güzel hisseden lakin akıl güzelliği dahil hiçbir şekilde çekici olamayan bu tarz kadınlar hayatları boyunca erkekleri kendilerine mahkum zannederler.

Beyza’nın kadınları adlı filmde de geçtiği üzere “gücün” büyüsüne kapılmış beyni kafasında olmayan zavallı yurdum abazanlarını etkisi altına alabilen bu tarz yüzeysel kızlar cinsel olarak gücü kendilerinde hissettiklerinde şeytana bile pabucunu ters giydirmeye çalışırlar.

Böylelikle normal hayatta bir yere gelememiş ama dişiliğini kullanarak kendini kabul ettirme fantezisine bürünen bu tarz insanlar iş hayatında da bunun böyle olduğunu görür.

Tabii ki buna prim veren ve her şeyin başının cinsellik ve erotizm olduğunu düşünen çıkarcı ve bencil erkek egemen toplumunda yaşadığımızı göz önüne almamız gerekir.

“Sistemin istediği şey” olarak belleğimize kazınan bazı objeler ve istekler vardır.

Eskiden bir söz vardı. Şöhret yönetmenin yatağından geçer diye. Eğer kadın yatağa girmek istemiyorsa ve becerikliyse elbet sistemde çalışarak didinerek yer bulabiliyor. Buna en güzel örneği Türkan Şoray ile verebiliriz.

Ama her şeyi basit yoldan halletmeye çalışan, çalışmak yerine “yatmayı” yeğlemiş ve gerektiğinde amacına ulaşmak için dişiliğini kullanabilen kendince uyanık ama toplumca onursuz görülen insanların yetişme çağındayız.

Bu çağın gerekliliğini tam anlamıyla yerine getiren bu tarz hatunlar bu konudaki stajını lise ve üniversite yıllarında yapar.

İşte bu stajın en önemli noktası sevgilisine bebek taklidi yapmaktır.

Ucuzluk ve basitlik göstergesidir.

Çünkü taklit ve yapmacık olarak iyi “rol” oynayan biri her alanda daima “iş” bulur.
Tabi “iş”ten ne anlamanıza bağlı bu…

Takım taraftarlığından bahis taraftarlığına…

Evet… Konumuz altı yıldır ülkemizde devlet eliyle "legal" olan bahis... Türkiye’yi kasıp kavuran bahis çılgınlığı...
2004 yılının nisan ayında(7 Nisan) ülkemizde de resmiyet kazanan bahis oyunları insanlar tarafından büyük ilgi görüyor... Kolay para kazanmanın bir yolu bu...
Her şeyi unuttuk...
Bir tek bahis var artık...
Küçük paralar ile büyük paralar kazanmak kulağa hoş geliyor tabi…
Yediden yetmişe kadın erkek farketmeksizin her insan oynuyor bu oyunu...
Dünyada da internet siteleri üzerinden oynanıyor...
Bahisçiler “Abi, Real Madrid süper Barçayı yener, Valencia alır veya Manchester fark atar” tarzında söylemlerde bulunuyor...
İnternet sitelerindeki bahis oyunlarında ise ilginç iddialar yer alıyor...
Örneğin...
İlk taç atışını hangi takım kullanır...
Hangi takım ilk faul atışını kazanır...
Ayrıntıları bile bahis oyunlarına yansıtmış yabancılar...
Ama Türkiye’deki lig maçları için benim bahisseverlere bir kaç teklifim olacak...
Dünya da taç atışına, kornere ofsayda bahse giriliyor da bizim neyimiz eksik onlardan. Yalnız sahalarımızda gördüğümüz fair playa aykırı olaylar çoğunlukta olduğu için teklifim bu yönde…

Mesela “ilk hangi oyuncu kime tükürecek” bahsi sitelere konsa çok tutulur…
Veya “ilk hangi futbolcu hakemi aldatmaya yönelik hareket yapacak” bahsi de güzel. Futbol yaşantısını bitirmeseydi Arif Erdem için bu bahis açılmazdı ama…
Sahalarımızda sık sık gördüğümüz itiraz da eklenmeli bu listeye. “İlk hangi futbolcu hakeme itiraz edecek” bahsi hatırı sayılır bir şekilde oyuncu bulur zannımca…
veya kaç taraftar yaralanacak bahsi de olabilir. Özellikle derbi diye adlandırdığımız maçlarda bu bahislere çok rağbet olur…

Süper Lig’de bu bahisler oynanabilir. Gerçi fazla kazandırmaz bu bahisler. Kazancı az olur yani. Çünkü hemen hemen her maçta yaşanan olaylar bunlar. Yabancı bahis siteleri hatta iddaa oyununda oran belirleyen ekip bunu dikkate almalı. Benden söylemesi.

Şiddete prim dedikleri bu olsa gerek...

Hatırlar mısınız bahislere bulaşmadan önceki halimizi. Tribünlerde veya ekran başlarında “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını dillendirirken veya Avrupa’nın süper bir takımıyla kendi takımımız maç yaparken içimizde hep bir umut vardı ya yenersek diye. dualarımız hep gönül verdiğimiz takımın kazanmasıyla olurdu.

Lakin şimdi...

Gözümüzü bürüyen para kazanma hırsı manevi bağlarımızı satın aldı. Tuttuğumuz takım önemli değildi artık. Bizim için tek önemli vardı. para kazanma hırsı. Kolay yoldan ufak paralarla büyük paralar kazanmak.

İşin sonucunda emperyalizm geldi içimizde koskoca büyüttüğümüz takımımıza karşı olan sevgiyi cazip oranlarla değiştirdi.

Artık takımımızı çok sevmiyoruz. Takım sevgisi ikinci plana itildi. Onun yerine bahislerdeki oranları çok seviyoruz.

Ne diyeyim... Allah sonumuzu hayretsin…

Ekşi Sözlük ve Çocukları

20. yüzyılın son çeyreğinde büyük bir hızla gelişmeye başlayan bilişim ve telekomünikasyon teknolojisi sayesinde iletişime olanak sağlayan farklı araçlar hayatımıza girmiş ve çoğu insan artık bu yolla iletişim kurmaya başlamıştır. 1980 ve 1990’larda sadece radyo ve televizyonlar sayesinde bilgi edinen 80 kuşağı, 90’lı yılların ortalarından itibaren yeni teknolojik araç ve imkânlarla tanışıp düşüncelerini daha geniş alana ve daha etkili bir şekilde yayma fırsatı bulmuştur.

Hayatımıza radyo ile giren ikincil iletişim sistemi bugün hayal edilemeyecek boyuta ulaşmıştır. 1980 ve 90’lı yıllarda insanların en fazla rağbet ettiği iletişim araçları olan radyo, televizyon ve telefon günümüzde tahtını internete devretmiş ve ikinci plana itilmiştir. 90’lı yılların orta ve sonlarına doğru internet ile tanışan 80 kuşağı çılgınlar gibi bilgisayara merak sardı. Aklı bir karış havada gezen çoğu insanın chat furyasıyla başı dönerken, kimi bilinçli kişiler internetin sadece chat amacıyla kurulmadığının ve karşılarında dünyaya açılmak ve yeni bilgiler edinmek için büyük bir fırsat olduğunun gayet farkındaydılar.

İşte bu kişilerden birisi de 1980 ve 90’larda çocukluğunu yaşamış olan 21 Aralık 1976 Eskişehir doğumlu Sedat Kapanoğlu idi. Sedat Kapanoğlu’nu büyüdüğü kuşağın ortalama bireylerinden ayıran belki de en önemli özellik Türkiye’ye “Ekşi Sözlük” terminolojisini sokmasıdır. Sözlükte “ssg” rumuzunu (nickname-nick) kullanan Sedat Kapanoğlu’nun nickinin anlamı söylentilere göre “Sedat software group” sözünün kısaltılmışıdır.

Türkiye’de üniversite sınavını kazanamamış, girdiği özel üniversiteyi ise devamsızlıktan dolayı bitirememiş olan Ekşi Sözlük kurucusu Sedat Kapanoğlu 15 Şubat 1999 yılında sourtimes.org sitesinin bir parçası olarak Ekşi Sözlük’ü yayın hayatına geçirmiştir. Site çoğu insanın bilgi ve yorum almakta öncelikli başvurduğu internet sitelerinden biridir. Kuruluş amacı bilgi edinmek ve eğlenmek olan site yıllar içinde ciddi bir siyasal platform ve sözlüğün önemli yazarları ciddi kanaat önderleri haline gelmiştir.

Doğru bilginin ne olduğu tartışmasını tekrar gündeme getiren Ekşi Sözlük aslında günümüzde çoğu insanın içinde bulunmak istediği bir platform. Her yıl yeni bir nesil olarak yazar alan Ekşi Sözlük ilk 3 neslin temsil ettiği elit üst-orta sınıf imajını 6. neslin alımıyla bir nebze olsun aşabilmiş ve halka daha çok hitap etmeye başlamıştır. Siyasi ve sosyolojik olarak insanlara yön veren site zamanımızda birçok şöhretli insanın reklam için temasa geçtiği bir popüler kültür aracına dönüşmüş bulunmaktadır. Haftalık dergisinin 2003 ilk baharında "...yüzü olmayan insanların istediği hedefe serbest atış yaptığı bir hakaret yuvası!..." diye tanımlaması, sözlüğün ulaştığı popülarite düşünülürse “reklamın iyisi kötüsü olmaz” sözünün gerçekliğini bir kez daha hatırlatmıştır bize.

Önceleri “televizyonda ne kadar görülürsen o kadar şöhret olursun” sözü, Ekşi Sözlük vasıtasıyla “Ekşi Sözlük’te hakkında ne kadar entry varsa o kadar ünlüsün” sözüne dönmüş durumda. Ekşi Sözlük yazar alımı ise sözlükçüler için ayrı bir heyecan olarak karşılanıyor. Yazar olmak için ilk önce tüm kişisel bilgilerinizin doğruluğu gerekmekte. Sonra çaylak olarak sözlük hayatına ilk adımınızı atıyorsunuz. On adet çaylak entryrisinden sonra ssg’nin görevlendirdiği sözlük moderatörleri tarafından yazdıklarınızın sözlük formatına uygun olup olmadığı kontrol ediliyor. Uygun görüldüğü takdirde artık siz de bir Ekşi Sözlük yazarısınız.
Yazarlıktan sonra yeterli kapasitede sözlük formatına hakim olduğunuz fark edildiğinde gammaz yazar statüsüne çıkarılıyorsunuz. Yazarların sözlük içindeki statüsüne göre isimleri var. Ssg kendisini birinci nesil hayvan olarak tanımlıyor. Ayrıca 64 bit moderatör, ekşi butoncu başı, moderatör suser, ekşi yazar, azimli yazar ve ekşi azimli yazar olarak çeşitli yazar statüleri bulunuyor. Hukuki bir sorun çıkmasın diye sözlük yönetimi praetor ismi verdikleri kişilere entrylerin yasallığını kontrol ettiriyor.

An itibariyle sayısı 150 bini bulan Ekşi Sözlük yazarları kendi aralarında zirveler yapıyor ve gruplar oluşturuyorlar. Ekşi Sözlük için zirve; yazarların yüz yüze tanıştıkları, konuştukları kimi zaman topluca tiyatroya, sinemaya, halı saha maçlarına gittikleri veya eğlenme amaçlı bir mekânda bir araya gelmelerine deniyor.

Gençler arasında sözlük trendinin yükselmesi yeni sözlüklerin açılmasına yol açtı. Ekşi sözlük haricinde en sık okunan sözlükler arasında Private Sözlük, Uludağ Sözlük ve İTÜ Sözlük var. 2005 ve 2006 yıllarında amiyane tabirle mantar gibi çoğalan sözlüklerin çoğu kavgalar ve kurucularının yeterli açılımı yapamaması yüzünden zamanla popülaritesini yitirmiş bir nevi aile sözlüğü olmuştur.

Çıktığı yıllarda Ekşi Sözlük’ün ciddi bir rakibi olacakken veya en azından Ekşi Sözlük’e en iyi alternatif olacakken bu imtiyazı kullanamayan sözlüklerin başında Private Sözlük bulunuyor. Kapak Sözlük de bunlardan biri. Çoğu kült yazarını kişisel sebeplerle silen veya kendinden uzaklaştıran Private Sözlük, yayın hayatına eskisi kadar popüler olmasa da devam ediyor.

Bunun yanı sıra sözlükler arasında zaman zaman rekabetin getirdiği hack savaşları yaşanıyor. Türkiye’de Ekşi Sözlük’ten sonra kurulmuş olan Uludağ Sözlük, İTÜ Sözlük, Birebir.net, Nedir.net, Lafmacun.org, Nacizane Bilgi, ODTÜ Sözlük gibi bir çok sözlük sitesi var. Gençler arasında artık bir sosyal statü belirtisi olan Ekşi Sözlük, zaman zaman kişisel saldırıların ve dezenformasyona dayalı yalan-yanlış bilginin üretim merkezi konumuna düşse de günümüz popüler kültür dünyasının vazgeçilmez bir unsuru.

17 Mart 2010 Çarşamba

Türkiye’de Futbol Yasaklanmalı!

Bu ülkede futbol yasaklanmalıdır…

Son zamanlarda sahalarda gördüğümüz futboldan sonra insanların bilinçaltında yer etmiş tuhaf bir fikirdir bu. Gelişmiş liglerle kendimizi kıyasladığımızda böbürlenerek söylediğimiz bir laf vardır. Bizim ligimiz Seri A gibi La Liga gibi Premier League gibi deriz hep.

Bunun böyle olmadığını hem tribün stiliyle hep futbol anlayışı hem de taktiksel açıdan bakarsak hepimiz anlayabiliriz.

Dünyanın en sert ligi hiç kuşkusuz İtalya ligidir. Bunda tüm futbol severler hem fikirdir. Peki bu ligde futbolu oynatmamak adına sahada yapılan bir hareket görebilir misiniz. Asla! Geçen yıl oynanan Galatasaray Bursaspor maçını İtalya ikinci liginden bir hakem yönetse o maçta en az 4 kırmızı kart çıkardı. Güreş sahnesini andıran pozisyonları izlediğimde adeta donup kalmıştım.

Yine geçen yıllarda Palermo Catania maçında bir kişinin ölümü ile çizme basını sarsılmış tüm maçlar iptal edilmişti. Catania’ya belki de hayatının en büyük cezası verildi. Peki bizim ülkemizde futbol nedeniyle ölenlerin sayısı İtalya’da ölenlerin sayısından 3 kat daha fazla olduğunu biliyor muydunuz?

Her maçtan sonra kutlamalarını silaha sarılarak yapılan bir toplumun üyeleri olarak bizim de bir maç sonrası vurularak veya maç esnasında bir yerimize bıçak saplanarak ölme ihtimalimiz nedir.

İşimize gelen yerlerde “şehit” kelimesini kullandığımız gibi burada da “futbol şehidi” kelimesini kullandık. Çünkü sığınacağımız kendimizi avutacağımız tek şey manevi değerlerimizdi.

Sizce bu olay İngiltere’de veya İtalya’da olsaydı ne olurdu. Hemen cevaplayayım. O takım o sezon tüm maçlarını GARANTİ seyircisiz oynardı. Dahası ihmalden dolayı puan veya puanları silinirdi.

İtalya’da ortaya çıkan bahis olayları dünya spor basınını sarstı. Futbolumuz bu konuda çok temiz diyenlere İstanbulspor - Beşiktaş maçını hatırlatmadan duramam. Bahisin –amiyane tabirle- cılkını çıkartan bir topluma sahibiz. Bırakın issiz güçsüz tayfasını futbolcularımız bile bahis yüzünden cezalar almadı mı?

Peki sizce bir Premier lig maçında silahla adam yaralamak mümkün müdür? Bence değildir. Ama Türkiye’de bu mümkündür. Hatta hazırlık maçında bile. Yanılmıyorsam Fenerbahçe - Everton maçında yaşanmıştı bu olay. Bu olay gün geçmeden o günün “güçleri” tarafından ört bas edilmişti bile.

Hakemlerimiz hakemlik yapamamakta, taraftarlarımız tezahüratı küfürden ibaret sanmakta ve futbolcularımız futbolun f sini bilmemektedir. Yazarlarımız yazarlığın ne demek olduğunu ekşi sözlükten bakıp öğreniyorlar.

Son taşkınlık haberleri ise futbolun içine siyaset sokulmasıyla oluyor. Kendini farklı gören bir süper lig takımının her maçında ortaya çıkan holigan ruhlu insanlar ülke futboluna aşırı derecede zarar veriyor.

Hal böyleyken kendi ligimizi futbolumuzu taraftarımızı futbolun sadece bir eğlence olarak algılandığı İspanya İngiltere İtalya ligleriyle nasıl kıyas edebiliriz ki…

Kaliteli hakemlerimizin bir elin parmaklarından ibaret olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu kadar az iyi hakemimiz varken tribünlerde hakemin her kararına küfrederek tepki veren milyonlarca taraftarımız var. Ne olurdu hakemin beğenmediğimiz bir kararını İspanyollar gibi beyaz mendil sallayarak protesto etsek. Güzel atılan bir suttan sonra tribünlerden küfür değil de İngiliz tribünlerinden yükselen “vuuuuvv” sesi çıksa.

En iyisi ve en önemlisi futbolun sadece bir eğlence aracı olduğu gerçeğini hiç unutmasak…

Lig açısından hangi ülkenin ligine benzediğimize gelecek olursak; kavga, bahis, futbolu oynatmama, küfürlü tezahüratlar, adam öldürme, saha içi kavgalar gibi olayları göz önüne alırsak bunun kararını siz okuyucularımın vermesi daha isabetli olur.

Peki biz bu konuda nasıl adam oluruz…

Evet bu ülkede futbol yasaklanmalıdır. Ve futbolu oynamayı, futbolu izlemeyi futboldan zevk almayı öğrenene kadar (bence bu süre 15 yıl) futbol ile ilgili kişilere her hafta Premier League La Liga veya Serie A izlettirilmelidir.

Ancak bu kuramı tam anlamıyla gerçekleştirirsek bana göre 15 yıl sonunda biz gerçek futbolu ve gerçek futbolun detaylarını öğrenebiliriz.

Ha bunu yapmazsak ne olur. O zaman sevgili Murat Kosova gibi “beni bir odaya kapatın sadece ekmek, su ve Premier Lig verin yeter” diyebilenlerden oluruz.

En azından ben öyle olurum…

6 Mart 2010 Cumartesi

Futbola yabancı olan yabancı

Francesco Manassero, Nunweiller, Szibor Szalay, Robert McDonald… Bunları tanıyor musunuz?

Fanatik bir futbol izleyicisi ve araştırmacısı değilseniz bunları bilemezsiniz. Bunlar Türkiye’ye gelmiş ama sadece birkaç maç oynayabilmiş yabancı oyuncular.
Kimisi bir yıldızın veliahdı olarak getirilmişti Ion Lutu gibi, kimisi tecrübenin adresiydi Federico Guinti gibi, kimisi de devre arası kurtarıcısıydı Sergei Rebrov, Vladimir Beschastnky ya da Ali Lukunku gibi. Her ne olursa olsun ülkemize gelecekleri için onbinlerimiz ellerimizde çiçeklerle bekledik…

İnanın bunlardan size çok sayabilirim. Mesela Adrian Knup vardı bir zamanlar. Galatasaray’a gelene kadar İsviçre milli takımında olsun geldiği kulüp olan Karlsruhe’de olsun sayısız gole imza atmış bir oyuncuydu. Ama ne olduysa oldu sanki Türkiye’ye gelecekken yeteneklerini ameliyatla aldırmıştı. Büyük umutlarla transfer edilen bu oyuncunun Türkiye kariyerini 3 gol ile sonlandırması onun büyük bir hüsran olduğunu herkese gösterdi. Sadece bununla kalsa iyi...Galatasaray’a böyle facia yabancı çok geldi. Ion Lutu İnter’de oynadığı söylenen futbolcuydu. Galatasaray’da tam bir hayal kırıklığı yaşadı. Hakan şükür tipi forvet diye alınan Ali Lukunku’dan bahsetmeme gerek var mı?
2004 sezonunda Van Hooijdonk’dan daha iyi frikik kullandığı iddiasıyla Türkiye’ye gelen Belçikalı Bernd Thijs ve vatandaşı Kurt Van De Paar ise Trabzonspor’un hayal kırıklıkları...

Bir de bunun taklitçi yabancı oyuncu transfer etme modası vardı 90’lı yıllarda. Galatasaray’ın Reinhard Stumpf - Falko Götz ikilisini Fenerbahçe Uche - Högh ikilisiyle yapmaya çalıştı. Her ne kadar Uche - Högh Fenerbahçe’nin taklit transferlerinden en iyisi olsa da Fenerbahçe için devamı gelmedi.

Fener’in son dakika manevrasıyla Galatasaray’ın elinde kaptığı Sırf Adrian İlie’ ile aynı sülbden geldi diye kardeşi Sabin İlie’nin transfer edilmesi bile Türkiye’deki yabancı futbolcu transfer etme anlayışını bir bakıma özetler.

Galatasaray’ın yaşlı orta saha oyuncusu oynatma akımından etkilenen Fenerbahçe sırf “Hagi gibi bir oyuncum olsun” mantığıyla Revivo ve Rapaiç’i transfer etti. Bu ikisinin bir Hagi etmemesi bir yana o zamanlarda Fenerbahçe’nin orta sahasında bulunan Türk oyuncuların (Yusuf Şimşek ve diğerleri) kariyerlerinin bitirilmesi ise Fenerbahçe’nin Türk futboluna verdiği en büyük zararlardan biridir.

Fenerbahçe’nin Hakan Şükür tipi forvet açığını Kenneth Andersson ile kapatması bu taklitçiliğin devamını gösterir. Kenneth Andersson’un transfer hikâyesi ise tam bir dramdır. Oyuncu, bir gazetecinin “niçin Fenerbahçe’nin teklifini kabul ettin” sorusuna “aslında kabul etmeyecektim o yüzden fiyatımı çok yüksek tuttum hatta diğer kulüplerin verdiği fiyatın iki buçuk katını istedim onlar da sorun çıkarmayınca geldim” demiştir. Aynı Andersson bir zamanlar basında “Andersson satılsın yerine direk dikilisin” esprisine muhatap olmuştur.

Beşiktaş ise böyle bir arenanın nasıl dışında kalır. En keskin örneğini zaten yazının başında verdim. Onlara ek olarak Christopher Ohen, Thomas Hengen, Nazario Marinho, Amaral ve Peter Kjaer gibi üç beş maçlık kahramanları sayabiliriz.

Bu duruma bir de madalyonun öteki yüzünden bakacak olursak tablo göründüğünden daha acıdır.

Türkiye’de hiç kimse tepeden inip birinci ligde top oynamamıştır. Aslında her şey amatör kümede başlar. Her biri birer Pele ve Maradona hayalleri olma peşinde koşan gençler daha 15-16 yaşlarında soyunma odalarını kaplayan bengay kokuları içinde çıkarlar sahaya. Bazen soğuğun adam öldürdüğü havalarda soğuktan iyice taşlaşmış zeminlerde rakipten top kapmak için adeta savaşırlar. Sebebi ise tribünde aslında hiç olmayan bir yetenek avcısının gözüne girebilmek içindir.

Lakin futbolun çirkin yüzü burada da karşımıza çıkar. Kasıtlı atılan tekmelerden tutun da “bilmem ne yaparım senin gibi futbolcuyu lan” diyen hakemlere de amatör kümede futbolcuyken rastlarsınız.

Amatör kümede futbol kana kan dişe diş oynanır. Ve her futbolcu bunu bilir.
Madalyonun öteki yüzünde durum bu kadar dramatikken sadece yabancı olduğu için el üstünde tutulan ama teknik olarak sahadaki Ahmetler Mehmetler kadar edemeyen futbolculara dünyanın parasını dökmek hem Türk futboluna ihanettir hem de amatör kümedeki futbolculara haksızlık…

Türk futbolunun ilerlemesi için bir arpa boyu yol alamayan Federasyonun son hokkabazlığı ise yabancı oyuncu konusundaki 6+2 kararıdır.
Umarım Federasyon bu kararı 62den tavşan yapmak için ALMIŞTIR.
Eğer böyle değilse Türk futbolunun sonu yakındır.

Demedi demeyin.