Bu Blogda Ara

15 Aralık 2009 Salı

Bir sevdanın hikayesi... KSK

Senelerdir 1. ligdeki takımların taraftarları “takımımız süper ligde” diye övünürler hep. Çoğu ikinci lig takımı dolu tribünlere oynamaz, oynayamaz. Başarı taraftarı stada çeker derler ya aslında bu çok doğru. Yalnız bir kaç istisna var.

Bu istisnaların belki de en büyüğü hiç şüphesiz Karşıyaka Spor Kulübü. Taraftarları tarafından “gönüllerin şampiyonu” ilan edilen bu güzide kulüp kurulduğu 1912 tarihinden itibaren Türk futboluna sayısız hizmetler vermiştir. Takımın taraftarları her daim “yağmurlarda çamurlarda” diyerek takımın iyi veya kötü gününde takımlarını desteklediler.

Tarihine kısaca göz atacak olursak Karşıyaka Kulübü'nün bir numaralı üyesi ve kurucusu Kadızade Zühtü Işıl, 1.Dünya Savaşı ve Milli Mücadele'de 8 yıl Türk ulusunun bağımsızlığı cephelerde savaşır, hatta Filistin cephesinde “Kanal Harekâtı” sırasında İngilizler'e esir düşer.

Kulübün renkleri yeşil ve kırmızıdır. Kuruluş yıllarının koşullarında yeşil ve kırmızının, ulusalcı ve dinsel birleştirici anlamları bulunmaktadır. Yeşil Müslümanlığı, kırmızı da Türklüğü temsil eder.

Kurtuluş savaşı yıllarında bazı kulüplerimiz “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” diyerekten kurtuluş savaşına katılmıştır. Onlardan biridir Karşıyaka takımı.

En son 1995-1996 sezonunda birinci lig görmüşlerdi bu kırmızı siyahlı ekip. “Bu durum bizi pek etkilemiyor” diyor KSK tribünün müdavimlerinden olan Mert. Biz takımımız başarılı diye onu desteklemiyoruz gerçekten gönül verdiğimiz için destekliyoruz. Bu takım Göztepe gibi ligden düşse de yine dolu tribünlere oynar diye ekliyor.

Karşıyaka bu özelliğiyle rakipleri Göztepe ve Altay’dan ayrılıyor. Zaten Türkiye’de tribün desteği denilince aklıma üç takım geliyor. Beşiktaş, Karşıyaka ve Eskişehirspor.

Daha düne kadar fazla taraftarı olmayan sıradan birinci lig takımlarını görünce insan ister istemez hayıflanıyor. Bir Karşıyaka’nın bir Eskişehirspor’un birinci ligde olduğu zamanları çoğumuz tatlı bir gülümsemeyle hatırlıyoruz.

Bundan asla Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarını küçümsediğim çıkmasın. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin son zamanlarda Avrupa’da kazandığı başarı ortada. Ülkemizde yıllardır başarılı oldukları için bu kadar büyük bir taraftar kitlesine sahip bu takımlarımız. Beşiktaş’ın durumu ise biraz daha kötü. Çünkü Beşiktaş’ın Avrupa karnesi bunlarla kıyaslanmayacak kadar kötü.

Galatasaray ve Fenerbahçe’nin yakaladığı başarıyı Karşıyaka takımı yakalasa inanın şuan bu iki takımın tribün gücünden daha fazla tribün güçleri olurdu.

Karşıyaka’nın zor günlerinde bile dolu tribünlere oynaması Türkiye’deki vefalı taraftarların da olduğunun göstergesi. Bir zamanlar 1. ligde fırtınalar estiren Beykozspor Vefaspor Altınordu gibi takımların şimdi adları bile yok ortada.

Hal böyleyken Karşıyaka ve Eskişehirspor’un dolu tribünlere oynaması ne kadar enteresan değil mi?
Tabii ki sadece futbol tribünü ile önde değil Karşıyaka. Futbolda acı sonuçlara katlansalar bile basketboldaki başarı ve istikrar taraftarları çok mutlu ediyor.

Her basketbol izleyicisi için Karşıyaka deplasmanı içinden çıkılmaz bir cehennemdir. Kulakları sağır eden ıslık sesleriyle rakip takımı etkilemek oldukça eğlenceli bir iş olsa gerek.

Türk insanının duygusal olması ve olaylardan çabuk etkilenmesi de bu durumun oluşmasında büyük bir etken.

Hani hep derler ya Türklerin stadları cehennemdir diye bunun sebebi Türk insanının çabuk etkilenmesi ve duygusallığıdır.

4-0 veya 5-0 gibi “şerefli malubiyet”lerde bile “seni sevmeyen ölsün” diyerek kendimizi avutmaya bayılırdık.

Yabancı basının “ İstanbul cehennemi” diye adlandırdığı o ortamı yabancılar bu ortamın bizlerin normal hali olduğunu bilseler ne düşünürlerdi ki…

Taraftarlarımızın her yabancı takımla yapılan maçlarda tribüne astıkları “welcome to hell” pankartının ne kadar doğru veya yanlış bir pankart olduğu bir yana koyulursa aslında doğru bir tespittir bu.

Yensek de yenilsek de taraftarın seninle anlayışını en iyi yaşatan rakipleri için sahayı cehenneme çeviren iyi günde ve kötü günde takımının yanında olan kutsal Karşıyaka taraftarına vefalı taraftar oldukları için buradan kocaman bir alkış yolluyoruz.

Tribünden Sahaya Akanlar…

Malum, futbol maçlarının fanatik taraftarları vardır. Her yerde üşenmeden sıkılmadan tezahürat üretirler hep. Koro halinde söylenişi bir başka güzel olur. İtalya’da Juventus, İspanya’da Real Madrid, İngiltere’de Liverpool Fransa’da Marsilya ve ülkemizde Beşiktaş taraftarı koro halinde söylemeyi en iyi becerebilen taraftar kitlesidir. Peki ya bu tezahüratların Türkiye ayağı nasıl gelişmiştir. Nasıl olmuş da bu denli ileriye gitmiştir merak ettiniz mi hiç…
1930’lu yılların öncelerinde tezahürat olarak takımın ismi ve takımın isminin önüne eklenen “aslan, kaplan, kartal haydi” kelimeleriyle olurdu tezahürat. 1930’lu yıllarda Fenerbahçe Beşiktaş maçında Beşiktaş takımı böyle bir tezahürattan dolayı “Karakartallar” lakabını aldı. Sonraları İspanya menşeili “oley” kelimesin literatürümüze girmesiyle uzun dönem tezahüratlarımızı “oley”li yaptık. Fenerbahçe oley, karakartal oley gibi…

1960’lı yollardan sonra -nasıl oldu bilmiyorum ama- hayatımıza bir şekilde küfürlü tezahürat girmeye başladı. “Aksaray’da dikilitaş i… Beşiktaş” tezahüratı hayatımda duyduğum ilk cinsel tercihli deşarj tezahüratıydı. Ama ondan önce hakemlere yönelik cinsel tercihlerini belirtme olarak “i.. hakem” muhabbeti olduğunu ve çok iyi yer tuttuğunu mahallemizin maçlarında küçüklüğünde futbolcu olma hayalleri kurmuş ama baba dayağından tırstığı için futbolcu olamamış göbekli ve libero oynayan 30 yaşı aşkın bıyıklı ağabeylerimizden öğrendim. Yine mahalle maçlarında hakemlik yapan çocuklara karşı “hakemin gözüne gözlük cebine sözlük…” gibi garip ilginç ve bir o kadar da tuhaf tezahürat vardır ki boyumuza posumuza bakmadan böyle sağından solundan iğrençlik akan tezahüratı -o işi nasıl yağacağımızı bile düşünmeden- bağırırdık. Bu tezahüratı bugün bile kimin ürettiğini bilemeyiz. Merak etmiyor da değiliz aslında hakemlerin cinsel tercihlerine bu kadar takan kişiyi de bilmek isteriz futbol fanatikleri olarak.

Yine eskiden kulağa hoş gelen tezahüratlar arasında Eskişehir’in “Fethi - Nihat – Ender filelere gönder” tezahüratı vardı. Ama bu üçlüden Ender’in Fenerbahçe’ye geçmesiyle “Cemil – Osman – Ender filelere gönder” şeklinde değişmiştir. Ender-gönder kafiyesi bu sokma çıkarma işinden daha masum bir tezahürat olduğu için Fenerbahçe ve Eskişehir taraftarlarınca bayağı bir tutulmuştur zamanında.

Tribünlerimizde küfürlü tezahüratlar yok sadece. Kastamonuspor’un “açık mavi koyu mavi haydin gari Kastamonu Kastamonu deep deep deep” şeklindeki tezahüratı “akıllara ziyan” tezahüratlar arasında ilk sıraya oynar tahminimce.

Diğer taraftan “milyarlık eşekler” tezahüratı taraftarların futbolculara yönelik yaptığı ciddi bir sosyal eleştiridir aslında. Parayı alanların görevlerini yapmadıkları dahası “eşeklik” yaptıklarını ortaya koyar. Genellikle Chelsea, Real Madrid gibi kasası zengin başarıya doymuş takımların taraftarları bu tezahüratı kullanır. 2 milyon YTL’lik Ünyespor taraftarı kullanacak değil ya! Ülkemizde bu söz rakip takım taraftarlarınca Fenerbahçeli futbolculara söylendiğinde Fenerbahçe taraftarlarından biri “size ne bizim eşeklerden” deyip futbolcularının sadece kendilerine karşı sorumlu olduğunu diğer taraftarlara bir nebze de olsa hatırlatırlar.

Komikliğin ve küfrün yanında o işi gerçekleştirebilme imkanımız her ne kadar olmasa da tehdit içerikli mesaj vere tezahüratlar da vardır. “İnönü Cimbom'a mezar olacak” “burası Sami Yen buradan çıkış yok” gibisinden. Ayrıca hezimet şeklinde biten karşılaşmaların sonunda “Aldırma gönül” “seni sevmeyen ölsün” şeklinde tribün avuntusu da eksik değildi elbet. 90’ların sonunda İstanbulspor Fenerbahçe maçında yine akıllara ziyan tezahüratlar listesinde İstanbul taraftarının “Ali Şen’in götü kocaman nasıl koydu Aykut Kocaman” tezahüratı her ne kadar iğrenç olsa da (aslında küfrün her türlüsü iğrenç) taraftarların listesine girdi.

Yakın bir tarihte Çarşı grubunun ürettiği “ekinler dize kadar” ve “Pascal bizi diskoya götür”, Galatasaray’ın UEFA kupasını aldığı zamanlarda yapılan tezahüratlar had safhada. Hatta Tottenham taraftarı Beşiktaş’ın “Kartal gol gol gol” tezahüratını Martin Jol Tottenham’da iken “Martin Jol Jol Jol” diye çevirdiler bile. Fenerbahçeliler de boş durmuyor elbet. “Avrupa fatihiymiş Galatasaray…” diye başlayan tezahüratlarla bir nevi stada atışma ortamı yaratılmıştır.

Şimdilerde ise gerek federasyonun gerekse kulüplerin aldığı kararlar neticesinde fazla küfürlü tezahürat duymuyoruz statlarımızda. Beşiktaş’ın “kartal gol gol gol”, Fenerbahçe’nin “sarı lacivert en büyük Fener” ve Galatasaray’ın “gerçekleri tarih yazar tarihi de Galatasaray” tezahüratlarını sık olarak duyuyoruz. Ama hakemler konusunda fikrimiz yine değişmiyor. Hakemlerin yaptığı bir hata sonucu ağzımıza gelen küfürleri sahaya doğru savururken ne kadar mantıksız olduğumuzu düşünmüyoruz bile. İspanya gibi futbolun tavan yaptığı, fanatiklerin çok olduğu bir ülkede bile hakemi beğenmeyenler tribünden küfür ederek hakemi protesto etmek yerine daha medenice bir davranış olan beyaz mendilli protestoya başvuruyorlar.

Her ne kadar “küfre hayır” desek de hoşumuza gitmeyen bir davranışta başvurduğumuz bir noktadır küfürlü tezahürat...

Futbol Yazarı Olmak Veya Olamamak…

Futbol yazarı olmak bulunduğu kabın şeklini almak demektir. Bu bağlamda ise işini özgürce yapamamak ve belirli bir kitleye hitap etmekten başka çaresi yoktur.

Ben bunu kısaca skor yazarlığı veya gazetelerin köşelerini süsleyen kendi takımını holiganvari duygularla ateşleyen bir nevi amigo olarak nitelendiriyoruz.

Haber yazmak için buluttan nem kapan açıkgözlü spor medyamız ve futbol yazarları tarafından bu zamana kadar aslı astarı olmayan dünyaca haber işittik. Hangi yazar takımına iyi futbolcuyu layık gördüyse o her zaman en gözde yazar oldu.

Sporun felsefik düşüncelerini hiçe sayan, nasıl güzel top oynanır, futboldan nasıl zevk alınır, aslolan futbol yorumculuğu nedir diye sorup sorgulayan kuramlar ve öneriler getiren yazarlara bu devirde ne iş var ne de ekmek…

Gazetecilik öyle bir meslek ki onunla uzaktan yakından alakası olmayan kişilerin bile yapabildiği don lastiği gibi her tarafa çekilen bir meslek. Futbol yazarlığı da öyle. Kim aykırı şeyler yaparsa o zirvede…

Bugün Mehmet Demirkol ve onun gibi kaliteli futbol yazarlarının rating arenasında neden az göründüğünün sebebi de bu girift bilmecelerde yatıyor. Tabi ki işini hakkıyla yapan sadece sevgili Mehmet Demirkol değil. Ama sayacağımız isimler bir elin parmaklarını bile geçmez emin olun.

Bir yığın program var futbol tartışan. Amaçlarının sadece ama sadece rating olduğundan bahsetmeme bilmem gerek var mı? Mesela bir zamanların BBG evinin yaramaz çocuğu 05 Edi bile yanılmıyorsam futbol eleştirmenliği yapmıştı. O derece ratinglere mahkumduk biz. Amacımız futbolun sorunlarını çözmek değil ratinglere koşmaktı.

Eline her kalem alanın ben spor yazarıyım tribine girmesi ise bu işin ne kadar cıvıklaştığının da göstergesi bir bakıma. İşte o her işin uzmanıyım ne iş olsa yaparım adamcıkları yüzünden futbol yazarları hiçbir şekilde amatör kümelerin halini tartışamıyor varsa yoksa netice…

Biraz haticeye de söz vermek gerekir futbol yazarlığı yaparken…

Durumumuz bu kadar vahimken ülke futbolu nasıl kurtulur nasıl daha iyi hale gelir amatör kümelerin hali ne olur, ikinci lig üçüncü lig nereye gidiyor diye kendimize sorup bu sorulara cevap aramak yerine hepimiz bir şeylerin kalemşörlüğünü yapıp durduk..

İyi mi oldu, kötü mü oldu bilinmez ama kaybeden hep Türk futboluydu. Eğer milli takımın bu zamana kadar dişe dokunur bir başarısının olmamasının sebeplerinden belki de en büyüğü kendi aramızda oynadığımız Bizans oyunlarıdır.

Sevgili Mustafa denizli hocamız bu konuyu “içimizdeki İrlandalılar” sözüyle ima etti aslında.

Her kötü bite maçtan sonra taraftara yaranmak için kelle isteyen birer cellat oluverdi futbol yazarları. Kimileri bu şuursuzca davranışın içinde birer piyon oldular kimileri ise bu arenanın dışında kalıp Türk futbolunun gelişmesine katkıda bulundular.


Peki biz futbol yazarları olarak bunun neresindeyiz dersek buna ben şöyle cevap veririm.

Herkes yazdığına bakıp bu terazide kendine yer bulsun.

Spor Barış Dostluk Ve Kardeşlik Midir ? Hadi Canım Sende…

Futbol tüm yönüyle ilgi çeken bir spor dalıdır. Dünya bir milyardan fazla insan futbol meraklısıdır. Türkiye’den tutun da Gana’ya Gine’ye Singapur’a Bahreyn’e hatta Haiti’ye kadar her ülkenin milli futbol takımı vardır. Dört yılda bir düzenlenen dünya kupalarında ise bu sporun en üstün özellikleri sergilenir.

İlk izleyip aklımda kalan dünya kupası Fransa 98’dir. Amerika 94’ü ise hayal meyal hatırlıyorum. Fransa 98’e tek kelimeyle hayran kalmıştım. Özellikle Fransız futbolcu Zinedine Zidane’a. Ama şunu gördüm ki futbol sadece yorumlar eleştirilerden ibaret değildi. Futbolun “çirkin yüzünü” de orada gördüm ilk defa.

Fransa 98 den aklımda kalan en etkileyici tablo alman holiganların “dövdüğü” jandarmaydı. 43 yaşındaki jandarma, komaya sokulana dek tüm kemikleri kırılmış ve öldüresiye dövülmüştü. Buna benzer bir olayda İngiliz taraftarlarınca yapılmış, İngiliz Spor Bakanı “kapı kapı dolaşıp özür dilemekten bıktım bu ‘azınlık’ yüzünden” diye demeç vermişti BBC’ ye. Şunu unutmadan ekleyelim ki Almanlar ve İngilizler futbolun en “çirkef” taraftarları arasında birincilik için yarışırlar.

Sahiden bunları yapan “azınlık” mıydı. Yoksa bunları yapan gözü dönmüş “azgınlar” mıydı Sadece İngiltere’de mi vardı bu “azınlık”. Hiç sanmıyorum. Rüştü Rençber’in kendi taraftarlarından yediği dayaktan sonra ekranlarda boy gösteren “üç hanım” taraftar gözlerinden yıldırım çıkarcasına “tabii dövecekler” demişti hiç unutmuyorum. Bunlarda İngiliz bakanın deyimiyle bizim azınlığımız hem de bayan. Kendilerini de arsızca savunuyorlardı. “Bizim de canımız var kaç haftadır galibiyet yüzü göremiyoruz yeniliyoruz ağlıyoruz üzülüyoruz ” diye… futbolun sadece bir “oyun” olduğunu bilmiyorlardı.

Ülkemizdeki maçlarda can güvenliğinden bahsetmek aptallık olur bence. Fenerbahçe taraftarının Rüştü’yü Trabzonspor taraftarının da Ogün’ü dövmesine kadar giden bir kinin içindeyiz. Holigan faaliyetleri dediğimizde son birkaç yılda olaylar daha fazlalaştı ve şiddeti arttı. Çünkü statlarımızda “sporun barış dostluk ve kardeşlik” olduğunu unutanların sayısı da arttı.

Sadece taraftara yüklemek biraz da acımasızca olur. Taraftarı etkileyen faktörler arasında futbolcuların sahada birbirleriyle pek de centilmence olmayan mücadelesi var. Tribünlerin “gazına” gelen sözde profesyonel futbolcularımız sahada rakibine öyle sert muameleler yapıyorlar ki değil hafif sakatlık, kol - bacak kırmaya hatta ömür boyu sakat kalmaya kadar gidiyor işin ucu. Mesela Nijerya’da yapılan bir maçta ev sahibi ekibin bir futbolcusu rakibinin gözünü çıkarmıştı. Gözü çıkan ömür boyu mecburen sahalardan men olurken gözü çıkaran ise futboldan ebedi olarak uzaklaştırılmıştı. Türkiye’de göz çıkarma değil de birbirlerini ısıran futbolcular( daha doğrusu bir tane olduğu için futbolcu) var. Eski Galatasaraylı Vedat İnceefe’nin yanılmıyorsam Ankaragücü’nden bir futbolcunun sırtını ısırması günümüz tabiriyle futbolda “oha falan oldum” olaylarından. Yine aynı futbolcunun dünyaca ünlü Ukraynalı yıldız Andriy Shevchenko’nun boğazına sarılıp omzunu ısırmasına teşebbüs ettiği görülmüştür. Savaş gibi geçen AS Roma- Galatasaray maçında ise yine aynı futbolcu Romalı Lima’ya soyunma odasına giderken tekme tokat dalmışlığı vardır. Yine 1996 Avrupa kupasında top diye Alen Boksiç’e kafa atmışlığı vardır. Tabii bu bilmeyerek

Tabii ki sadece bizde yok böyle tipler. Takım arkadaşı ile dalaşan Kieron Dyer ve Lee Bowyer ikilisinin Aston Villa- Newcastle United maçında tekme-tokat birbirlerine girmesi saha içi kavganın Türklere has özellik olmadığının göstergesidir. Zaten yaptığı olaylarla sabıkası hayli kabarık olan Lee Bowyer İngiliz holiganlarını andıran bir karaktere sahiptir. Yani tipik bir “İngiliz holiganı” gibidir.Gittiği her takımda olay çıkarmıştır. Rakibini tam olarak “can düşmanı” olarak görür. Ve futbolun sadece bir “oyun” olduğunu unutan tipik İngiliz’dir

Hal böyleyken sporun “dostluk” olduğunu savunmak ne kadar tuhaf değil mi. Beşiktaş - Trabzonspor maçında tribünde babasının kucağındaki bir çocuğun başı yarılmıştı da günlerdir manşetlerde görmüştük bu rezilliği. Ben ve benim gibi futbol fanatikleri bu rezilliği asla unutmayacaklardır. Yine Beşiktaş’ın bir maçında “omuz attı” gerekçesiyle bıçaklanıp ölen bir taraftar vardı ki o da “futbol şehidi” olarak tarihteki yerini, “tribün rezaleti” olarak haberlerde yerini aldı.

2005-2006 sezonunun açılmasına günler kala güvenliğin “kuş uçurtmadığı” bir stada silahla giren gol sevincini arkadaşını silahla yaralayarak yaşayan “taraftar” dahi gördük Fenerbahçe - Everton maçında. Tabi ki bu ilk değildi. Son da olmayacak galiba. Çünkü Fenerbahçe’nin şampiyonluk kutlamasındaki yurdun çeşitli yerlerinde magandalaşmış taraftarların yaraladığı hatta öldürdüğü insanlar gördük -Çoğu çocuk olmak üzere- Hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bu görüntü her milli maçtan sonra yaşanmaktadır. Top yetkililere atıldığında ise onlar “spor barış dostluk kardeşliktir” diyerek olayı geçiştirmeye çalışıyorlar.

Bu olaylara içten içe üzülenler ise magandaların kurşunları arasında yazımın başlığını sessizce söylüyorlar…

4 Kasım 2009 Çarşamba

Altın “Kafa” Zidane

Almanya 2006 yazında tarihinin belki de en güzel günlerini yaşadı. Dünyanın dört bir yanından gelen futbol meraklıları bu muhteşem olayı Almanya’da yerinde izlerken birçok insan da ekranları başında bu mücadelenin sonucunu bekledi.

Nice sürprizler oldu Dünya Kupası'nda… Sırbistan Karadağ'ın Arjantin'den yediği 6 gol 2006 Dünya Kupası'nın en gollü maçı oldu. Dream-team olarak adlandırılan Brezilya, veteran Fransa'ya elendi. Jose Pekerman'ın büyük hataları sonucu kupaların kazanamayan favorisi olan Arjantin yine final göremedi. Ve bunlar gibi niceleri…

Ama en çok dünya kupasının final maçında Fransızların altın çocuğu Zinedine Zidane'ın İtalyanların hırçın savunma oyuncusu Marco Materazzi'ye attığı kafa konuşuldu. Hatta öyle ki, bu kafa maçın önüne bile geçti.

Bilmeyenlere hatırlatalım. Cezayir göçmeni bir ailenin oğlu olarak Fransa'nın Marsilya kentinde 1972 yılında dünyaya gözlerini açan bu muhteşem Fransız, küçükken yaşadığı yeri 'turistlerin gezmek istemediği, yetkililerin de görmezlikten geldiği bir yerdi' diye tanımlıyor. Fransa'da başladığı futbol kariyerinin zirvesine baş döndürücü bir hızla tırmanan Zidane, kısa bir süre sonra dünyanın en büyük takımlarında ulaşılabilecek her zafere ulaşarak kariyerini süsledi. Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, Avrupa Süper Kupası, UEFA Kupası, Dünya şampiyonluğu gibi uzayan kariyeri günümüz tabiriyle insana kocaman bir "ohaa" çektirir.

Sadece bununla kalsa ödülleri iyi. En değerli oyuncu ödülleri, belki de çift haneli rakamlarla ölçülür. Ayrıca 1998 dünya kupasında Brezilya’ya attığı gol onun için çok ama çok önemlidir. Çünkü o stadın yapımında babası amelelik yapmıştır. Babanın amelelik yaptığı stada oğlunun muhteşem zaferi baba ve oğul Zidane’ı mutlaka duygulandırmıştır. Bir Alman dergisine verdiği röportajda başarısını "eşi ve üç oğlu ile birlikte lüks yaşam ve skandallardan uzak yaşamasını müslüman olmasına" bağlamış kişidir.

Tekrar dönelim final maçına. Maçın sonucundan çok Zidane'ın kuşatma altındaki ortaçağ kalesinin kapısını kıracak şiddette attığı kafanın şoku –üzerinden üç yıl geçmesine rağmen- zihinlerde hala…

Türkiye'nin en önemli yazarlarından Haşmet Babaoğlu, Zidane'ın o kafayı atarak onuru ve gururu kupaya tercih ettiğini söyledi. Bu kafa Zidane’ın 2000 yılında Hamburg - Juventus maçında Alman Kientz'e attığı kafa ve aldığı 5 maç cezanın bir tekrarıydı.

Aslında her Dünya Kupası’nın kendine has skandalı vardı. İspanya 82 yarı final maçında yakından tanıdığımız Schumaher'in Fransız Batiston'un apış arasına salladığı tekme akıllarda kalırken, Meksika 86 'Tanrının eli'ni armağan etmişti literatüre. Hani, Maradona'nın İngiltere’ye elle gol atıp da "Golde Maradona'nın kafası, Tanrının eli var" dediği olay... Amerika 94, Roberto Baggio'nun üstten yolladığı penaltı ile anıldı. Fransa 98, Zidane'ın Brezilya'yı ezmesiyle, 2002 Dünya Kupası Milli takımımızın sürpriz başarısıyla anıldı. 2006 Dünya kupası ise Zidane'ın çirkef Materazzi'ye haddini bildirdiği kafa'yla anılacak.

Peki, yeşil sahalarda profesyonelce 20 yıla yakın bir zaman boy gösteren bu Fransız beyefendisi ne oldu da kariyerinin son maçında böylece çılgına döndü? Yoksa bu zamana kadar ailesine küfür edilmemiş miydi?

Bu olasılık yeşil sahalardaki küfrü hakaret yağmurunu görünce oldukça az bir olasılık olduğu düşünüyorum. İtalya’da oynayan futbolcuların ortak özelliği çoğu zaman ırkçı, provokatör olmalarıdır. Bunun en basit örneği ise Sinisia Mihajloviç'dir. Mihajloviç, Fransız yıldız Patrick Vieira'ya “boklu bir kara maymunsun“ demesi ve bunun ırkçılıkla alakası olmadığını söylemesi The Fiver tarafında yüzyılın inkârı seçilmişti. Bunun gibi yüzlercesini sıralayabiliriz. İtalya’da futbol oynayanlar için.

Sadece ırkçılık değil tabiî ki İtalyanların sabıkası. Son zamanlarda artan faşizm yanlı gösteriler İtalya’daki futbolun vahametini gösterir derecede. Son olarak Di Canio’nun Roma maçında verdiği Mussolini selamı bunun için en çarpıcı örnektir.

Futbol oyununun sihriyle büyülenmiş bir kişi olarak Zidane'ın, kendisinden başkasına zarar vermeyen, kimseyi aldatmayan hareketine hiçbir sözüm yok. Zidane'ın bu tepkisinden sürekli rakiplerini taciz eden, tüküren, kendini yerlere atıp şenaat yapan futbolcular ve onları dizginleyemeyen hakemler ve FIFA utansın. Futbolu esas bunlar gölgeliyor. Zidane gibi kafa atanlar, Maradona gibi kural dışı gol attığını söyleyenler ve Cantona gibiler değil.

Aslında Zidane yıllardır ailesine edilen küfürler, kendine atılan tekmelerin faturasını Marco Materazzi'ye çıkarttı. Nasıl yıllar önce Eric Cantona'nın Crystal Palace'li taraftarlara attığı uçan tekmesi bugün tatlı bir tebessüm ile hatırlanıyorsa, Zinedine Zidane'ın kafa atma olayı yıllar sonra aynı şekilde hatırlanacaktır. Bundan 20 sene sonra kimse İtalya’nın 2006 Dünya Kupasındaki sevincini hatırlamayacak. Ama Zidane'ın attığı kafayı kimsenin unutacağını sanmıyorum. İşin kötü yanı ise Zidane, tarihin gördüğü en efendi futbolcu olarak adını altın harflerle tarihe yazdıracaktı. Şimdi bu yollar ona kapalı tabii. Tersine, varoşlardaki yoksulların delikanlı mitosu, arızalı bir kahraman olarak futbol tarihinde yaşayacak. Kusursuzluklarıyla bıktıran, mesafeli Pele'lerin, Beckenbauer'lerin Mattehaus'un Möller'in 'örnek kişilikler' liginin karşısında, Garrincha'ların, Best'lerin Paul Gascoigne'lerin, Cantona’ların ve Maradona'ların 'arızalı kahramanlar' liginde artık. Tacizlere tepkisiz kalıp iyiler liginde olmaktansa Zizou haklarını korudu.

Velhasıl, ey kahraman Fransız... Kafana sağlık! Sevgili, çalışkan varoş çocuğu… Materazzi gibi çirkef bir futbolcuya haddini bildirdiğin için. Senin bu olayından sonra umarım Materazzi ve onun gibi çirkefler saha içinde futbolculara küfretmez ve futbolun bir oyun olduğunu öğrenir.

27 Ekim 2009 Salı

ARIZALI KAHRAMAN…

Ayakkabının topuğuna basıp yürüyen “ağabeylerimiz” vardı eskiden. Biz iyice taşlaşmış toprak sahalarda veya mahalle aralarında yaşıtlarımızla her birimiz birer Pele veya Maradona olma hayalleri peşinde koşarken bu “ağabey” gelir ve “açılın uşaklar biraz da ben tepeyim” derdi. Akabinde sivri burun ayakkabının ucuyla yapılan vuruşta topun nereye gittiğinin bir önemi yoktu benim için.

Sinir olurdum bunlara. Kafalarına göre herkesi yönetmeye çalışan bu insanlar sadece Ünye’nin arka mahallelerinde yaşamıyordu elbet. Omzundaki ceketi düşürmeden “top tepme” yetenekleri olan bu “şık ağabeylerimiz” mahallede her şeyi kendilerince yönetirlerdir.

Bu tarz insanlar küçüklerin gözünde belki de bir “kahramanlardı.” Ama “arızalı kahraman.”

Her mahallenin böyle bir “abisi” olduğu gibi futbolun da böyle bir abisi var. İste size futbolun “en kral” abisinin ipuçları…

Saha içinde herkesi hatta hakemi bile daha da ileri gidip seyirciyi bile yönetmek isteyen bir arızalı kahramanım var benim. Futbol oynarken her ne kadar kaleci olsam da formamın yakası hep “dik” olurdu. O “arızalı kahraman” gibi. Her şeyi ben yönetmek istedim. Oyunumu, beni izleyenleri hocamı, takım arkadaşlarımı… O arızalı kahraman gibi.

Futbolun bu duayen ismi varoşların delikanlı mitosu bir bahar günü Marsilya’da dünyaya geldi… Zamanla ülkesi ondan nefret etti. Bir türlü yıldızı ülkesiyle barışmadı. Çünkü futbol olarak Fransız halkına bir şey veremedi… Dokuz yılda ülkesinde dokuz takım değiştiren bu arızalı kahramanım aradığı ilgiyi Old Trafford çimlerinde buldu. Kendisine tapan bir taraftarı vardı. Hükmedici ve karizmatik duruşuyla sanki bugünler için doğmuştu..

Taraftarın o taparcasına olan ilgisine cevap olarak “Öldükten sonra bedenimi yakın, küllerini de Old Trafford’a serpin” diye cevap veren kahramanım biraz da basının karalamalarıyla daha 30 yaşındayken futbolu bıraktı.

Kendisine gelmiş geçmiş en büyük Fransız futbolcunun Zidane mi yoksa Platini mi olduğu sorulduğunda 'hayır benim,' diyecek kadar ukala bir yapıya sahip bir insan kendisi.

Futbolda şenaat yapan taklitçi ve tiyatrocu futbolcuları asla ama asla sevmedim. Kavgacılardan, oyun için hırçınlaşan kişilerden hep tiksindim. Haksızın karşısında durup isyan edenler ise hep kahramanım oldu…

Futbolun asla sadece futbol olmadığını bir pazarlama reklam ürünü olduğunu hayıflanarak söylesem de bu ve bu gibi arızalı kahramanlar futbolun asla sadece futbol olduğunu bizlere –en azından bana- hatırlatıyor.

Umarım sizinde futbolun sadece bir oyun olduğunu size hatırlatan böyle bir “arızalı kahramanınız” vardır…

26 Ekim 2009 Pazartesi

AYRILIK SONRASI ONUR SAVAŞLARI

Sevgi ne güzel bir şey dimi… ayrılık olmasaydı... Hayır, böyle başlamamalıyım yazıma…
Klişeleri söküp atmak gerek hayattan…
Aşk, sevgi, sadakat, onur ve gurur… Onurlu ve gururlu şekilde aşkı sevgiyi yaşamak her aşk insanı için rüya gibi bir şey.

Bir insanı seversiniz… Tüm kalbinizle. Onunla ilgili güzel şeyler hayal edersiniz ve o hayali sürdürmek o anda hayatınızın gayesi olur. Güzel günlerin hızla akıp geçtiği zamanı yaşarsınız. Bir an yaşam dursun böyle mutluca ölelim istersiniz…

Baktığınız her yerde onu görürsünüz. Alakasız kişileri ona benzetip gecenin kör vaktinde sevgilinizi arayıp “aşkım şu ünlü kişiyi sana benzettim şuan sanki onda seni görüyorum” tarzı karşınızdaki insana egosal tatmin yaşatan sözlerle sevginizi belli ederken aslında kopacak fırtınanın tellallığını yapmış olursunuz.

Bir ilişkide yaşanması gereken “her şeyi” sizinle gönül verdiğiniz kişi, bunu "pardon bir hataydı bunların hepsi” diye açıklaması size ne kadar inandırıcı gelebilir ki…

İlk başta bir erkeği kendine aşık edebilmek için kur yapıp sonra arkadaşız kisvesine bürünen kızlardan hiç bahsetmiyorum bile. İlişkide onurlu olmak yetenek ister. Ama onlar yetenek fakiri insanlardır.

Kısa süre de olsa gönlünüze giren kişiyi atmak çok mu kolaydır? Hep bu bohem sorular tüm ilişkilerim boyunca kafamı kurcalamıştır. Klişelerden uzak bir ilişki sürdürmek benim için hep suya düşen bir hayal olmuştur. Tabi karşımdaki kişi bunu suya düşüren birinci etmendir.

İlişki bittikten sonra bir zamanlar yere göğe sığdıramadığınız kalbinizin kahramanının gerçek yüzünü görme vaktiniz gelmiştir.

Orta çağa dönüp Bizans entrikalarını 21. yüzyılda yaşamaya hazır mısınız? Eğer değilseniz size sadece “ah yazık” diyebilirim. Sizin için artık “eski” olan sevgilinin ilk manevrası sizinle yaşadığı ilişkiyi reddedip "sadece arkadaştık" kisvesine bürünmektir ki evlerden ırak bir durum söz konusudur.

Durumun vahameti ilişkinin gizlenip inkâr edilmesiyle kalmaz. Ayrıldığınız kişi sizi en yakın arkadaşınız sandığınız kişilerle kıskandırmaya çalışıp terbiyesizlik ve ahlaksızlık sınırını zorlar.

İlişki bittikten sonra erkeğin zaaflarını ustaca kullanmayı bilen kızlardır bunlar.. Tabi bu beceri sadece kızın değildir. Saf erkek statüsünün önde gelen kişilerinden olan eski sevgilinin yakın arkadaşı bazen olayda kurban olduğunu ve bir samimiyetsiz olaya çekildiğini hissederek oyundan çabuk döner ki bu da size gerçek arkadaşınızı görmede yardımcı olur.

Bir de bunun tam zıddı olan arkadaş tipi vardır ki, bu konudan bahsetmek bile istemiyorum.

Artık eski sevgili; bu basit kıskandırmaca oyunlarının karşılığında ise kendini ne kadar basitleştiğini görmezden gelip egolarını ozonosfer civarına taşır.

Böylelikle ne kadar iğrençleştiğine ve basitleştiğine aldırmaksızın kendini egosal olarak tatmin eden size karşı intikam alacağını zannedip sizin yakın arkadaşınızla sizin yanınızda öpüşerek, sevişerek veya ona kur yaparak (ki bu en hafifi) alacağını sanan ve büyük bir yanılgı içine düşen kadındır.

Yavaş yavaş eski sevgilinizin gerçek yüzünü tanımaya başlarsınız. İşte kadının gerçek yüzünü gördüğünüz an bundan sonra başlar. Bu durumun diğer bir olumlu yanı ise erkek için gerçek arkadaşını yakından tanıma fırsatını yakalamış olmasıdır.

Kimi onurlu arkadaşlar bu davranışta kullanıldığını çabuk fark ederek yanlıştan erken döner.

Bir de bunun tersi durum vardır ki arkadaşı sandığı kişi sevgilisini tavlamak işin resmen pusuya yatarlar. Bu davranışın sebebi sorulduğunda ise “ben onunla sadece sevişmek istiyorum tek hedefim bu diyerek onur fakiri olduğunu bir kez deha ispat ederler.” işte bu arkadaş gerçek arkadaş olmayıp sahte ve çıkarcı arkadaşlar kervanındandır.

Kendini İsa peygamberin annesi gibi olduğunu gören ama beyinsel olarak onun tam zıddı olan bu insanları hayatınızda acilen uzaklaştırmanız gerekir.

Güzel günlerin ve sözlerin dikkate alınmadığı ilişkide kendini güzel ve bulunmaz Hint kumaşı zanneden şöbiyet güzelimiz kendi menfaatleri doğrultusunda sizin arkadaşlarınızı ustaca kullanmayı bilir.

O zamana kadar yediğinizin içtiğinizin ayrı gitmediği arkadaşlarınız ise bu entrikalara alet olabilmektedir.

İşin ilginç tarafı bu entrikalar ile sizi de bir arada yürütmek bana hep bir bohem gelmiştir.

Bu buğ davranışlar bir kadının ne kadar alçalabileceğinin en iyi kanıtıdır.

Bu tarz kadınlar 90'lı yıllardan sonra trend halini almış bir yaşam tarzını anlamadan benimseyen kişilerdir. Bu yaşam tarzını anlamadan yaşayanlar ise selin sürüklediği kütüklerden farksızdır. “Carpe Diem” (anı yaşa) diye bilinen bu yaşam tarzının felsefesini bilmeden sadece görselliğine kapılan sığ zihniyetler kendine açılan yaraların farkında bile değildirler.

Hayatta hiçbir şeyden pişman olmayacakları için anı yaşa felsefesinin büyüsüne kapılan bu onur ve ahlak fakiri bedenlere sahip olanlar zamanı gelip ayakları yere bastığında pişman olmak için zamanın çok geç olduğunu fark ederler.

Ve o pişmanlıkla yaşamaya mahkûmdurlar.

Sevgili Emel Müftüoğlunu anarak söylemek isterim

Evlenilecek kız var, eğlenilecek kız var.
Doğru bir tespit kanımca.

Farklı Renklerin “Düşmanca” Mücadelesi

Son yıllarda her maçtan önce insanı saran bir tedirginlik var. Bu tedirginlik özellikle milli maçlarda artıyor. Sebebi ise holigan faaliyetlerinin bir uzantısı olan ırkçılık. Dünya futbolunda bu konuda son yıllardaki tatsız olaylar göz önüne alındığında dehşet verici bir tablo gözler önüne seriliyor.

Tribünlerde ve sahada yaşanan ırkçılığa örnek vermek gerekirse en fazla örneği hiç şüphesiz SS Laziolulardan veririz. İspanya’da ise Espanyol’un azımsanmayacak kadar ırkçı faaliyetleri vardır. İtalya’da durum düşünülenin aksine daha fazla. Mesela İtalya’da Yahudi futbolcu Ronnie Rosenthal ırkçı çevreler yüzünden Udinese’de bir maç dahi oynamadı. Yine Lazio’dan Surinam’lı Aaron Winter ile Ganalı David Ola’nın durumu içler acısıydı. Özellikle Aaron Winter Lazio ile ilk maçına çıktığında kendi taraftarlarca uğradığı hakaret ürkütücü ve düşündürücü boyuttadır. Bu iğrenç saplantı Almanya’da da dehşet verici boyuttadır. Almanya’da yapılan bir ankete göre Alman taraftarların %30u kendisini Neo-Nazilere yakın hissettiğini söylüyor. İngiltere’de ise bu davranıştan nasibini alan en büyük kulüp Yahudilerin kurduğu kulüp olan Tottenham Hotspur. Hatta adlarına tezahürat bile var. “Oooo Tottenham’lı Yahudiler” diye başlayıp Hitler’e atıfta bulunan mısralarla ne kadar çirkinleştiklerini gösteriyorlar.

Yakın bir tarihte Lazio’lu futbolcu Di Canio’nun gol attıktan sonra tribünlere yaptığı Hitler selamı ise bu terbiyesizliğin futbolcular arasına girdiğinin göstergesi. Sadece Di Canio olsa iyi. Paraguay’ın sıra dışı kalecisi Jose Luis Chilavert’i daha düne kadar severdim. Ama bu tecrübeli kalecinin Roberto Carlos’a 2002 Dünya Kupası elemelerinde “kalk ayağa yerli parçası” demesi sevenleri arasında karizmayı çizdirmeye yetti bile. Ayrıca ilginç ırkçı olaylar bunlarla da sınırlı kalmıyor. Bu terbiyesizlik hocalara da sıçramış durumda. İspanya teknik direktörü Aragones’in Jose Antonio Reyes’e Henry'i kastederek, ''çık o pis zenciyi sahadan sil'' demesi ve bunun basına yansıması tepki çekti. Ardından gelen özürler ise Henry’in gönlünü almaya yetmiş midir bilinmez ama İspanya’nın prestijine büyük bir eksi koymuştur. Bir diğer Barcelona’lı Eto’o ise Bilbao teknik direktörünün “Düne kadar ağaçta oynayanlar şimdi yere inip insanlara tükürüyor” sözüne maruz kaldı. Eto’o, son zamanlarda İspanya’da futbolundan daha çok kendisine yapılan ırkçı saldırılarla adı ön plana çıkmaya başladı. PSG kulübü ise Fransa’nın en ırkçı takımıdır. Tribünlerinde her maç asılı duran “sadece beyazlara ait” pankartı sanırım her şeyi açıklamaya yetiyor. Verona Başkanı taraftar kızacağı için Patrick Mboma’yı asla almayacaklarını söylemesi inanılmaz bir şekilde ırkçılık saplantısıdır. Eski Lazio’lu Sinisa Mihajlovic’in Patrick Vieira’ya “boklu bir kara maymunsun” demesinin ırkçılıkla alakası olmadığını söylemesi futbol otoriteleri tarafından yüzyılımızın inkârı seçildi. Yine İtalyan futbolcu Gianluigi Buffon’un bir İngiltere maçına üzerinde faşist slogan “teslim olanlara ölüm” yazan tişörtle oynadı ve anlamını bilmediğini iddia etti. Aynı Buffon Parma’da iken 88 numaralı formayı giyerdi. Almanlarca kutsal sayılan bu sayı Heil Hitler demenin rakamlarla söyleniş tarzıydı HH olarak. Çünkü H Almancanın 8. harfiydi.
Tribünden sahaya Emmanuel Olisadebe için muz atan Polonyalılar’dan tutun da 1916’daki Güney Amerika Kupası’nda Uruguay Şili’yi 4-0 yenince Şili heyeti “Uruguay maçta 2 siyahi futbolcu oynattı. Onlar insan değil” diye maçın iptalini istemesi insanda bu tür kişilere karşı bir acıma hissi uyandırıyor. İspanya ile İngiltere arasında yapılan maçlarda Ashley Cole için çıkarılan maymun sesi statlardan eksik olmuyor. Ve bunlar gibi BİNLERCESİ…Bize gelince böyle bir arenanın dışında kalmamız mümkün mü? En keskin örneği Trabzonspor’un eski başkanı Mehmet Ali Yılmaz’ın İngiliz futbolcu Kevin Campell’a “yamyam” demesidir. Bu sözü ona sorulduğunda “arap demek istemiştim aslında” diyerek olaya ilginç bir boyut kattı. Campell bu sözden sonra ırkçıların beşiğine geri dönmüştür. İlginç benzetmelerle dikkatleri çeken Mehmet Ali Yılmaz yine bu futbolcu için “gol makinesi aldık çamaşır makinesi çıktı” demiştir. Neyse ki Mehmet Ali Yılmaz yabancı hocalardan gâvurlar diye bahsedip sadece ten rengine takılmadığını gösterdi. Campell’dan sonra Çarşı’nın sevgilisi Pascal Nouma Star gazetesinin haberiyle yamyamlıktan nasibini aldı. Yine Pascal Nouma için Hakemlerimizden birinin “zenci arkadaş” tabirini kullanması medyanın tepkisini çekmişti. Her ne kadar hakem arkadaş özür dilese de şunu da unutmayalım ki Pascal Nouma Fransa’da ırkçılarla mücadele eden derneğin kurucu üyelerinden. Yine ülkemizde oynayan Mali’li Coulibaly ve Samuel Johnson’a arkadaşları sevimli maymun derdi. Ve bunun gibi yüzlercesi….Holigan azgınlığı ve ırkçılığın had safhada olduğu Avrupa’da futbolu seven gerçek taraftar kendine göre önlemler almaya çalışıyor. Bunların başını İngiltere merkezli “ırkçılığı bir tekmede futbolun dışına atalım” kuruluşu çekiyor. Buna benzer dernekler hemen hemen Avrupa’nın her ülkesinde var. Avrupa’nın genelini kapsayan en anlamlı kampanya ise Avrupa Konseyi’nin hepsi farklı hepsi eşit kampanyası. Irkçılığa vurulan en anlamlı darbe ise siyah ve beyazların karıştığı Fransa Milli Takımı. 98 yılında düzenlenen Dünya kupasını alması ardından da 2000 yılında düzenlenen Avrupa Kupası’na uzanması horozların ırkçılara karşı “bu da size kapak olsun” mesajı gibiydi.Netice olarak ırkçılık, “kendi gibi olmayandan” hoşlanmamanın değişik versiyonu. Futbolun gerçek taraftarı ise sahada ırk mücadelesi değil büyüleyici futbol istiyor. Fransa Milli Takımının yaptığı gibi…

DERBİ NEDİR? NE DEĞİLDİR…

Türk milleti olarak her şeyi tam “gaz” yaşamaya bayılıyoruz…

En ufak bir olayı “ballandıra ballandıra” anlatmakta bu dünyada üzerimize yoktur sanırım. Bunlardan biri olan ve anlamını dahi bilmediğimiz bir terim var “derbi maçı”.

bilinenin aksine birinci sınıf bir "derbi maçı" bir ülkenin iki büyük takımı veya aynı şehrin iki büyük takımının karşılaştığı müsabaka değildir.

derbi maçı; sosyal, kültürel, mezhep farklılığı, görüş ayrılığı gibi belirli bir sebepten dolayı aralarında fark bulunan iki spor kulübünün kendi aralarında yaptığı maçtır.

bu tür maçlar "rivaliers" olarak adlandırılır. bir de şehir derbisi denilen maçlar vardır ki bunlar aynı iki şehirde bulunan iki takımın veya komşu olan iki ilin veya ilçenin birbirleriyle yaptıkları maçlardır. "city derbies" olarak da bilinen bu derbiler dünyanın her yerinde vardır. kimi fazla izlenir kimi fazla izlenmez. o yüzden bu tür şehir derbilerine ikinci sınıf derbiler denir.

"rivaliers" olarak bilinen derbilere bir kaç örnek verelim.

bunların en büyüğü hiç süphesiz boca juniors - river plate karşılaşmasıdır. bariz bir şekilde sınıf derbisi olan bu karşılaşma iki ateşli taraftar grubunu daima karşı karşıya getirir. arjantin'deki düşük gelirli insanların gurur kaynağı olan boca juniors ile zengin aristokrat sınıfını temsil eden river plate takımlarının mücadele ettiği bu sosyal statü derbisi arjantinliler için ölüm kalım olayıdır. superclasico diye adlandırılan bu derbide holiganizm öyle abartılmıştır ki artık mezarlıklar dahi bocalılar - river plateliler diye ikiye ayrılmıştır.

dünyanın en büyük derbisi olan superclasico'yu takip eden derbi maçı ise iki farklı mezhebi stadyumlarda karşı karşıya getiren old firm olarak da adlandırılan glasgow celtic - glasgow rangers maçıdır. bu derbi maçı superclassico'nun derbiler listesindeki yerini tehdit eden en büyük derbidir. nehrin iki kıyısında yaşayan protestanlar ile katolikleri karşı karşıya getiren bu müsabaka tarih boyunca önemini yitirmeyecektir.

simon kuperin futbol asla sadece futbol değildir kitabında gecen "… protestanların takımı olan rangers tarihi boyunca transfer ettiği sadece iki katolik futbolcusunun attığı gollere sevinmemiştir. iki protestandan biri mourio johnston adında bir oyuncudur. rangers taraftarı johnston gol attığında şayet o maç 1-0 bitmişse golü saymıyorlardı." satırları bu maçın taraftarlarca maçtan çok bir mezhep kavgası olduğunu hatırlattırır.

derbilerin belirli bir anlamı olduğunu şiddetle savunan biri olarak en önemli derbiler sıralamasında üçüncü sırada el clasico adı ile anılan real madrid- barcelona maçı vardır. sebebi ise real madrid’in kral ve kralcıların takımı olması, barcelona’nın ise kralın egemenliğini reddeden katalanların takımı olmasıdır.

arjantin'de river plate veya boca juniors taraftarı olmak bir ekol ise ispanya'da da barcelona veya real madrid taraftarı olmak bir ekoldür. her katalan, milliyetçi duygularla barcelona taraftarıdır. barcelona'da yetişen bir çocuk türkiye'deki gibi beş yaşına kadar annesinin, 10 yaşına kadar da babasının taraftarı olduğu takımı tutmaz. orada doğan çocuklar barcelona taraftarı olarak doğar büyür ve ölürler. barcelona'da büyüyen kızlar türkiye'deki gibi sevgilisinin taraftarı olduğu takımı tutmaz, bir futbolcu yakışıklı diye o takımın taraftarı olmaz. her ne olursa olsun barcelonalıdır ve barcelona'yı tutar. aynı şekilde real madrid taraftarı da böyle tanımlanabilir.

ingiltere'de ise yahudilerin kurduğu kulüp olan tottenham ile arsenal arasında oynanan maçlar derbi konumundadır. ayrıca işçi sınıfının takımı olan liverpool ile beyaz yakalıların takımı manchester united'da bu kategoriye girer. ayrıca manchester united - manchester city ve sunderland - newcastle united müsabakaları ingiltere'nin en ateşli şehir derbileridir.

diğer yandan nasyonal sosyalistlerin takımı lazio ile roma maçları da rivaliers kategorisine girer. son zamanlarda ise lazio ile livorno maçları iki farklı ideolojiyi karşı karşıya getirdiği için dikkat çekicidir. ayrıca italya'da arsitokrat ve elit tabakanın takımı ac milan ile varoşlardaki insanların takımı inter milan arasındaki müsabaka da birinci dereceden önemli derbi maçına örnektir.

ülkemizde ırk, sosyal sınıf, statü, sosyal, kültürel, mezhep farklılığı, görüş ayrılığı gibi ayrımcı etmenler olmadığından dünyanın ikinci sınıf olarak gördüğü sehir derbileri bizde birinci sınıf konumundadır. “city derbies” denilen bu derbiler her şehir veya bölgede bulunur. galatasaray - fenerbahçe maçı bunlardan biridir. buna benzer küçük derbiler taraftar sayısına oranla dünyanın her yerinde aynı heyecan aynı atmosfer ile oynanır. bu ister "rivaliers" gibi önem verdiğimiz için onlarla birlikte sayıp derbi diye adlandırdığımız ve sayfalarca yer verdiğimiz galatasaray fenerbahçe maçı olsun, ister maçlarına en fazla 5000 kişinin geldiği ünyespor - fatsaspor maçı olsun. bunların hepsi şehir derbisi statüsündedir.

öte yandan kızılyıldız - partizan, olympiakos - panathinaikos, shaktar donetsk - dinamo kiev gibi iki ülkenin önemli takımlarının karşılaşması da bulundukları ülkelerdeki en güçlü takım olmaları açısından derbi diye nitelendirilir.

Vur Kır Parçala… Bu Maçı Almasan da Olur!

Endüstriyel futbolun gelişmesiyle futbolda görselliğin ikinci plana itilmesi, asrın oyununda çirkin işlerin meydana çıkmasına yardımcı oldu. Bu çirkin işlerin başında tabii ki de holigan faaliyetleri geliyor.

İlk olarak Britanya Adası’nda çıkan holigan kelimesi, belirli bir etkinliğe gereğinden fazla önem veren kişilere denir.

Britanya’da futbolla düşüp kalkan insanlar tipik holigan profili çizerler. Bu tarz kişiler ellerinde en ucuz içecek olan biralarla publarda maç izleyip, maçtan önce ve sonra olay çıkarmalarıyla ünlüdür.

Maddi durumları biraz da orta halli olanlar ise stadlara gidip taraftar statüsüne girerler ki maçtan önce ve sonra olay çıkarmak için rakip taraftarın holiganlarına saldırırlar.

Ezeli rekabetin had safhaya ulaştığı takımların fanları arasında sıkça görülen holigan kapışmasının kısa tarihi böyle.

Türkiye’de ise durum dünyadakinden farklı değil. Holiganların çıkardığı şiddet olayları futbol pastasının ekonomik büyüklüğüyle bire bir alakalı. Özellikle 1990’ların ortalarından sonra daha da arttı.

Bunun başlıca sebepleri arasında şiddeti önleyici yasaların yeterli düzeyde olmaması geliyor. Eski kanunlara göre ayarlanmış küçük meblağlar olup caydırıcı olmayan para cezaları önlemlerin yetersizliğindeki en büyük etmen.

Ayrıca futbolu yöneten insanların bizden üstün liglerde bir fanatizm olayı olduğunda onları örnek gösterip “bakın sadece bizim lige olmuyor” deyip bunu futbolun doğası gereği olan bir şeymiş gibi göstermeleri futboldaki şiddeti körüklüyor.

Futbolun bir oyundan ziyade bir ölüm kalım savaşı olduğunu düşünen holiganlar şiddete ve fanatizme prim tanıyor.

Ayrıca kültürel yetersizlik ve varoş kültürünün getirdiği mağlubiyeti sindirememe güdüsü şiddetin sebepleri arasında gösterilebilir.

Ayrıca ülkemizde bulunan işsizlik, fanatizmin meydana çıkmasındaki etkenlerden biridir. Bireylerin bir şeylerle meşgul olmayışı ve emek sarf etmeden uğraşabilecekleri bir hobi olan futbolda yoğunlaşması holiganizmi doğuran etmenler arasında yer alır.

Ayrıca kulüplerin amigo dediğimiz tribün liderlerinin üzerindeki otorite boşluğu ve başıboşluluk, insanlardaki populizm merakı yine holiganizmi tetikleyen faktörlerdendir.

Medya, taraftar ve yöneticiler üçgeninde devamlı süren “kulübü kontrol altına almaya çalışma mücadelesi” Türk futbolundaki şiddetin sebeplerindendir.

Futbol izleyicisi, küfürden ve her türlü futbol şiddeti ve fanatizmden uzak durup tel örgülerin olmadığı stadlarda rakibi de alkışlamayı da öğrenmelidir.

Her ne kadar iyi dileklerimizi ütopik olduğu halde söylesek de hoşumuza gitmeyen bir davranışta futbol için etik olmayan şeyleri söylüyoruz. Tribünlerimizde eksik olmayan şiddet ve küfürlü tezahüratı intikam yemini edercesine söylediğimiz “vur kır parçala, bu maçı kazan” gibi tezahüratları tamamen lügatımızden atmadıktan sonra ne gerçek futbol izleyicisi oluruz ne de gerçek futbol oynayanları ligimizde görebiliriz.

"Terimleşmek"

Terimleşmek

Milli Takım Dünya Kupası’na gidememenin şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken teknik direktör kavgası ortaya çıkıverdi.

Yerli mi yersiz mi yabancı mı uzaylı mı tartışmaları bir yana dursun terim’in milli takımı bırakması çoğu insana derin bir ohh çektirdi.

Bunlardan biri de benim.

Sebepleri aslında çok açık. Ama bu sebepler arasında Dünya Kupası’na gidememek benim için ikinci hatta üçüncü planda. Milli Takım’ı oyun konsollarındaki kişisel takımı gibi yöneten ve başarısızlık halinde dahi bu kararında ısrar eden Terim bu zamana kadar yaptığı yanlışların kendinden kaynaklandığı gerçeğini hiçbir zaman kabullenmek istemedi. Lider olmayı kibirlenmek ve ukalalaşmak olarak gören Terim kendini içinden çıkılmayacak bir bataklığa sapladı. Çırpındıkça battı.

Bu kibirli ve ukala tavrı, alçakgönüllü ve mütevazi insanları daha bir sıcak bulan türk halkını kendisinden iyice soğuttu. Türk halkı artık Terim’i istememekten öte Terim’den nefret etti. Bunun tek sebebi ise Terim’in kendisiydi.

Sadece kendisi kibir gösterse yine iyiydi. Terim’in adamları diye futbol tarihine çoktan beridir geçmiş olan futbolcular bu kibrin etkisinde kalarak kendilerine rol model olarak Fatih Terim’i seçtiler. Sorun buydu. Terim ve Terim’in adamlarının ayağı bu yüzden yere hiçbir zaman düzgün basamadı. Tribüne doğru parmak sallamalardan tutun da protesto eden taraftara “erkeksen buraya gel” diye kabadayıca davranan futbolcular tamamen Fatih Terim’in ürünüdür.

Tabiî ki taktiği, stratejiyi ve hitap edeceği kitleyi iyi bilmek önemli ama her şeyden daha önemlisi “haddini” bilmektir.

İşte Terim ve kurmayları burada en büyük hatasını haddini bilememek ile yaptı. Bosna maçından sonra hakem hakkında “Fatih Terim’i oyundan attım diye Portekiz’de havasını atar demesi” en son hadsizliğiydi bence. “Ders almam ders veririm” sözünden asıl ders alması gereken Fatih Terim’di. Ama almadı ve dersini Estonya gibi Avrupa’nın 5. sınıf takımlarından alması, burnundan kıl aldırmayan Terim’i iyice hadsizleştirdi. Kaçan Dünya kupası treninin ardından yapacak bir hamlesi kalmayan Terim, kariyerinin sonlarına gelmiş ve kariyeri boyunca hiçbir başarı elde edememiş futbolcular gibi sağa sola saldırmaya başladı. Amiyane tabirle hızlı bir şekilde öfkeyle kalktı ancak zararla oturdu.

Elindeki futbolcularla yetinmek isteyen Fatih Terim gurbetçi genç yetenekleri takıma kazandırmaması başarısızlığın en büyük nedenlerinden biriydi. “Malik Fathi’yi biz arap sanıyorduk”, “Mesut Özil’i Almanya 21 yaşaltında oynayana kadar duymamıştık”, “Gökhan İnler ve Eren Derdiyok’u İsviçre A Milli Takımı’yla oynarken gördük” diyen bir Milli Takım hocasından ancak bu başarısızlık beklenirdi. Sen gurbetçi futbolcuların performansını görmeden Brezilya’dan devşirme oyuncu için çırpınırsan alacağın en iyi sonuç Estonya ile deplasmanda berabere kalmaktan başka bir şey olmaz.

Aldığı astronomik maaşa rağmen genç yeteneklerin üzerine eğilmeyen aksine devamlı kendi adamlarını formsuz dahi olsa milli takıma çağıran Terim bu ve bu gibi hatalarla Milli Takımımızı Güney Afrika Dünya Kupası’na götüremedi.

Milli takım’ın Euro 2008’de aldığı başarıda Fatih Terim’in payı sıfıra yakındır kanımca. “Besmele çek topa vur yaratana sığın gol olsun” mantalitesiyle sahaya çıkan bir futbol takımıyla yaradana sığınarak gol bulan Terim, milli takımın üçüncü olmasında yine haddine olmadan en büyük payı kendine çıkardı.

Artık Türkiye’de “haddini bilmemek” kelimesi “Terimleşmek” kelimesiyle eş anlama geldi.

Şimdi önümüzde yeni bir dönem yeni bir sayfa var. Aslında olayı kökten çözmek lazım. 13 -15 – 17 yaş altı milli takımındaki futbolcuları gerçek bir futbolcu disipliniyle yetiştirmek bu çözümün başlangıcıdır. Zaten küçük yaşlarda tam bir futbolcu disipliniyle yetişen futbolcular gelecek turnuva ve kupalar için gerçekten umut vaad edecektir. Bu tarz bir ekol için benim önerim Abdullah Avcı'nın Ümit Milli Takım'ın hocalığına ayrıca A Milli Takım'ın da teknik direktör yardımcılığına getirilmesidir. Teknik direktör konusunda ise disiplinden taviz vermeyen futbolcu yetiştirmenin ne demek olduğunu bilen ayakları her daim yere basan, hiddink geri kalanı halledecektir.


Eğer böyle olmayıp altyapıya önem vermezsek yapacağımız şey yine Fatih Terim gibi bu ülkenin futboluna zarar vermektir.