Bu Blogda Ara

15 Aralık 2009 Salı

Bir sevdanın hikayesi... KSK

Senelerdir 1. ligdeki takımların taraftarları “takımımız süper ligde” diye övünürler hep. Çoğu ikinci lig takımı dolu tribünlere oynamaz, oynayamaz. Başarı taraftarı stada çeker derler ya aslında bu çok doğru. Yalnız bir kaç istisna var.

Bu istisnaların belki de en büyüğü hiç şüphesiz Karşıyaka Spor Kulübü. Taraftarları tarafından “gönüllerin şampiyonu” ilan edilen bu güzide kulüp kurulduğu 1912 tarihinden itibaren Türk futboluna sayısız hizmetler vermiştir. Takımın taraftarları her daim “yağmurlarda çamurlarda” diyerek takımın iyi veya kötü gününde takımlarını desteklediler.

Tarihine kısaca göz atacak olursak Karşıyaka Kulübü'nün bir numaralı üyesi ve kurucusu Kadızade Zühtü Işıl, 1.Dünya Savaşı ve Milli Mücadele'de 8 yıl Türk ulusunun bağımsızlığı cephelerde savaşır, hatta Filistin cephesinde “Kanal Harekâtı” sırasında İngilizler'e esir düşer.

Kulübün renkleri yeşil ve kırmızıdır. Kuruluş yıllarının koşullarında yeşil ve kırmızının, ulusalcı ve dinsel birleştirici anlamları bulunmaktadır. Yeşil Müslümanlığı, kırmızı da Türklüğü temsil eder.

Kurtuluş savaşı yıllarında bazı kulüplerimiz “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” diyerekten kurtuluş savaşına katılmıştır. Onlardan biridir Karşıyaka takımı.

En son 1995-1996 sezonunda birinci lig görmüşlerdi bu kırmızı siyahlı ekip. “Bu durum bizi pek etkilemiyor” diyor KSK tribünün müdavimlerinden olan Mert. Biz takımımız başarılı diye onu desteklemiyoruz gerçekten gönül verdiğimiz için destekliyoruz. Bu takım Göztepe gibi ligden düşse de yine dolu tribünlere oynar diye ekliyor.

Karşıyaka bu özelliğiyle rakipleri Göztepe ve Altay’dan ayrılıyor. Zaten Türkiye’de tribün desteği denilince aklıma üç takım geliyor. Beşiktaş, Karşıyaka ve Eskişehirspor.

Daha düne kadar fazla taraftarı olmayan sıradan birinci lig takımlarını görünce insan ister istemez hayıflanıyor. Bir Karşıyaka’nın bir Eskişehirspor’un birinci ligde olduğu zamanları çoğumuz tatlı bir gülümsemeyle hatırlıyoruz.

Bundan asla Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarını küçümsediğim çıkmasın. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin son zamanlarda Avrupa’da kazandığı başarı ortada. Ülkemizde yıllardır başarılı oldukları için bu kadar büyük bir taraftar kitlesine sahip bu takımlarımız. Beşiktaş’ın durumu ise biraz daha kötü. Çünkü Beşiktaş’ın Avrupa karnesi bunlarla kıyaslanmayacak kadar kötü.

Galatasaray ve Fenerbahçe’nin yakaladığı başarıyı Karşıyaka takımı yakalasa inanın şuan bu iki takımın tribün gücünden daha fazla tribün güçleri olurdu.

Karşıyaka’nın zor günlerinde bile dolu tribünlere oynaması Türkiye’deki vefalı taraftarların da olduğunun göstergesi. Bir zamanlar 1. ligde fırtınalar estiren Beykozspor Vefaspor Altınordu gibi takımların şimdi adları bile yok ortada.

Hal böyleyken Karşıyaka ve Eskişehirspor’un dolu tribünlere oynaması ne kadar enteresan değil mi?
Tabii ki sadece futbol tribünü ile önde değil Karşıyaka. Futbolda acı sonuçlara katlansalar bile basketboldaki başarı ve istikrar taraftarları çok mutlu ediyor.

Her basketbol izleyicisi için Karşıyaka deplasmanı içinden çıkılmaz bir cehennemdir. Kulakları sağır eden ıslık sesleriyle rakip takımı etkilemek oldukça eğlenceli bir iş olsa gerek.

Türk insanının duygusal olması ve olaylardan çabuk etkilenmesi de bu durumun oluşmasında büyük bir etken.

Hani hep derler ya Türklerin stadları cehennemdir diye bunun sebebi Türk insanının çabuk etkilenmesi ve duygusallığıdır.

4-0 veya 5-0 gibi “şerefli malubiyet”lerde bile “seni sevmeyen ölsün” diyerek kendimizi avutmaya bayılırdık.

Yabancı basının “ İstanbul cehennemi” diye adlandırdığı o ortamı yabancılar bu ortamın bizlerin normal hali olduğunu bilseler ne düşünürlerdi ki…

Taraftarlarımızın her yabancı takımla yapılan maçlarda tribüne astıkları “welcome to hell” pankartının ne kadar doğru veya yanlış bir pankart olduğu bir yana koyulursa aslında doğru bir tespittir bu.

Yensek de yenilsek de taraftarın seninle anlayışını en iyi yaşatan rakipleri için sahayı cehenneme çeviren iyi günde ve kötü günde takımının yanında olan kutsal Karşıyaka taraftarına vefalı taraftar oldukları için buradan kocaman bir alkış yolluyoruz.

Tribünden Sahaya Akanlar…

Malum, futbol maçlarının fanatik taraftarları vardır. Her yerde üşenmeden sıkılmadan tezahürat üretirler hep. Koro halinde söylenişi bir başka güzel olur. İtalya’da Juventus, İspanya’da Real Madrid, İngiltere’de Liverpool Fransa’da Marsilya ve ülkemizde Beşiktaş taraftarı koro halinde söylemeyi en iyi becerebilen taraftar kitlesidir. Peki ya bu tezahüratların Türkiye ayağı nasıl gelişmiştir. Nasıl olmuş da bu denli ileriye gitmiştir merak ettiniz mi hiç…
1930’lu yılların öncelerinde tezahürat olarak takımın ismi ve takımın isminin önüne eklenen “aslan, kaplan, kartal haydi” kelimeleriyle olurdu tezahürat. 1930’lu yıllarda Fenerbahçe Beşiktaş maçında Beşiktaş takımı böyle bir tezahürattan dolayı “Karakartallar” lakabını aldı. Sonraları İspanya menşeili “oley” kelimesin literatürümüze girmesiyle uzun dönem tezahüratlarımızı “oley”li yaptık. Fenerbahçe oley, karakartal oley gibi…

1960’lı yollardan sonra -nasıl oldu bilmiyorum ama- hayatımıza bir şekilde küfürlü tezahürat girmeye başladı. “Aksaray’da dikilitaş i… Beşiktaş” tezahüratı hayatımda duyduğum ilk cinsel tercihli deşarj tezahüratıydı. Ama ondan önce hakemlere yönelik cinsel tercihlerini belirtme olarak “i.. hakem” muhabbeti olduğunu ve çok iyi yer tuttuğunu mahallemizin maçlarında küçüklüğünde futbolcu olma hayalleri kurmuş ama baba dayağından tırstığı için futbolcu olamamış göbekli ve libero oynayan 30 yaşı aşkın bıyıklı ağabeylerimizden öğrendim. Yine mahalle maçlarında hakemlik yapan çocuklara karşı “hakemin gözüne gözlük cebine sözlük…” gibi garip ilginç ve bir o kadar da tuhaf tezahürat vardır ki boyumuza posumuza bakmadan böyle sağından solundan iğrençlik akan tezahüratı -o işi nasıl yağacağımızı bile düşünmeden- bağırırdık. Bu tezahüratı bugün bile kimin ürettiğini bilemeyiz. Merak etmiyor da değiliz aslında hakemlerin cinsel tercihlerine bu kadar takan kişiyi de bilmek isteriz futbol fanatikleri olarak.

Yine eskiden kulağa hoş gelen tezahüratlar arasında Eskişehir’in “Fethi - Nihat – Ender filelere gönder” tezahüratı vardı. Ama bu üçlüden Ender’in Fenerbahçe’ye geçmesiyle “Cemil – Osman – Ender filelere gönder” şeklinde değişmiştir. Ender-gönder kafiyesi bu sokma çıkarma işinden daha masum bir tezahürat olduğu için Fenerbahçe ve Eskişehir taraftarlarınca bayağı bir tutulmuştur zamanında.

Tribünlerimizde küfürlü tezahüratlar yok sadece. Kastamonuspor’un “açık mavi koyu mavi haydin gari Kastamonu Kastamonu deep deep deep” şeklindeki tezahüratı “akıllara ziyan” tezahüratlar arasında ilk sıraya oynar tahminimce.

Diğer taraftan “milyarlık eşekler” tezahüratı taraftarların futbolculara yönelik yaptığı ciddi bir sosyal eleştiridir aslında. Parayı alanların görevlerini yapmadıkları dahası “eşeklik” yaptıklarını ortaya koyar. Genellikle Chelsea, Real Madrid gibi kasası zengin başarıya doymuş takımların taraftarları bu tezahüratı kullanır. 2 milyon YTL’lik Ünyespor taraftarı kullanacak değil ya! Ülkemizde bu söz rakip takım taraftarlarınca Fenerbahçeli futbolculara söylendiğinde Fenerbahçe taraftarlarından biri “size ne bizim eşeklerden” deyip futbolcularının sadece kendilerine karşı sorumlu olduğunu diğer taraftarlara bir nebze de olsa hatırlatırlar.

Komikliğin ve küfrün yanında o işi gerçekleştirebilme imkanımız her ne kadar olmasa da tehdit içerikli mesaj vere tezahüratlar da vardır. “İnönü Cimbom'a mezar olacak” “burası Sami Yen buradan çıkış yok” gibisinden. Ayrıca hezimet şeklinde biten karşılaşmaların sonunda “Aldırma gönül” “seni sevmeyen ölsün” şeklinde tribün avuntusu da eksik değildi elbet. 90’ların sonunda İstanbulspor Fenerbahçe maçında yine akıllara ziyan tezahüratlar listesinde İstanbul taraftarının “Ali Şen’in götü kocaman nasıl koydu Aykut Kocaman” tezahüratı her ne kadar iğrenç olsa da (aslında küfrün her türlüsü iğrenç) taraftarların listesine girdi.

Yakın bir tarihte Çarşı grubunun ürettiği “ekinler dize kadar” ve “Pascal bizi diskoya götür”, Galatasaray’ın UEFA kupasını aldığı zamanlarda yapılan tezahüratlar had safhada. Hatta Tottenham taraftarı Beşiktaş’ın “Kartal gol gol gol” tezahüratını Martin Jol Tottenham’da iken “Martin Jol Jol Jol” diye çevirdiler bile. Fenerbahçeliler de boş durmuyor elbet. “Avrupa fatihiymiş Galatasaray…” diye başlayan tezahüratlarla bir nevi stada atışma ortamı yaratılmıştır.

Şimdilerde ise gerek federasyonun gerekse kulüplerin aldığı kararlar neticesinde fazla küfürlü tezahürat duymuyoruz statlarımızda. Beşiktaş’ın “kartal gol gol gol”, Fenerbahçe’nin “sarı lacivert en büyük Fener” ve Galatasaray’ın “gerçekleri tarih yazar tarihi de Galatasaray” tezahüratlarını sık olarak duyuyoruz. Ama hakemler konusunda fikrimiz yine değişmiyor. Hakemlerin yaptığı bir hata sonucu ağzımıza gelen küfürleri sahaya doğru savururken ne kadar mantıksız olduğumuzu düşünmüyoruz bile. İspanya gibi futbolun tavan yaptığı, fanatiklerin çok olduğu bir ülkede bile hakemi beğenmeyenler tribünden küfür ederek hakemi protesto etmek yerine daha medenice bir davranış olan beyaz mendilli protestoya başvuruyorlar.

Her ne kadar “küfre hayır” desek de hoşumuza gitmeyen bir davranışta başvurduğumuz bir noktadır küfürlü tezahürat...

Futbol Yazarı Olmak Veya Olamamak…

Futbol yazarı olmak bulunduğu kabın şeklini almak demektir. Bu bağlamda ise işini özgürce yapamamak ve belirli bir kitleye hitap etmekten başka çaresi yoktur.

Ben bunu kısaca skor yazarlığı veya gazetelerin köşelerini süsleyen kendi takımını holiganvari duygularla ateşleyen bir nevi amigo olarak nitelendiriyoruz.

Haber yazmak için buluttan nem kapan açıkgözlü spor medyamız ve futbol yazarları tarafından bu zamana kadar aslı astarı olmayan dünyaca haber işittik. Hangi yazar takımına iyi futbolcuyu layık gördüyse o her zaman en gözde yazar oldu.

Sporun felsefik düşüncelerini hiçe sayan, nasıl güzel top oynanır, futboldan nasıl zevk alınır, aslolan futbol yorumculuğu nedir diye sorup sorgulayan kuramlar ve öneriler getiren yazarlara bu devirde ne iş var ne de ekmek…

Gazetecilik öyle bir meslek ki onunla uzaktan yakından alakası olmayan kişilerin bile yapabildiği don lastiği gibi her tarafa çekilen bir meslek. Futbol yazarlığı da öyle. Kim aykırı şeyler yaparsa o zirvede…

Bugün Mehmet Demirkol ve onun gibi kaliteli futbol yazarlarının rating arenasında neden az göründüğünün sebebi de bu girift bilmecelerde yatıyor. Tabi ki işini hakkıyla yapan sadece sevgili Mehmet Demirkol değil. Ama sayacağımız isimler bir elin parmaklarını bile geçmez emin olun.

Bir yığın program var futbol tartışan. Amaçlarının sadece ama sadece rating olduğundan bahsetmeme bilmem gerek var mı? Mesela bir zamanların BBG evinin yaramaz çocuğu 05 Edi bile yanılmıyorsam futbol eleştirmenliği yapmıştı. O derece ratinglere mahkumduk biz. Amacımız futbolun sorunlarını çözmek değil ratinglere koşmaktı.

Eline her kalem alanın ben spor yazarıyım tribine girmesi ise bu işin ne kadar cıvıklaştığının da göstergesi bir bakıma. İşte o her işin uzmanıyım ne iş olsa yaparım adamcıkları yüzünden futbol yazarları hiçbir şekilde amatör kümelerin halini tartışamıyor varsa yoksa netice…

Biraz haticeye de söz vermek gerekir futbol yazarlığı yaparken…

Durumumuz bu kadar vahimken ülke futbolu nasıl kurtulur nasıl daha iyi hale gelir amatör kümelerin hali ne olur, ikinci lig üçüncü lig nereye gidiyor diye kendimize sorup bu sorulara cevap aramak yerine hepimiz bir şeylerin kalemşörlüğünü yapıp durduk..

İyi mi oldu, kötü mü oldu bilinmez ama kaybeden hep Türk futboluydu. Eğer milli takımın bu zamana kadar dişe dokunur bir başarısının olmamasının sebeplerinden belki de en büyüğü kendi aramızda oynadığımız Bizans oyunlarıdır.

Sevgili Mustafa denizli hocamız bu konuyu “içimizdeki İrlandalılar” sözüyle ima etti aslında.

Her kötü bite maçtan sonra taraftara yaranmak için kelle isteyen birer cellat oluverdi futbol yazarları. Kimileri bu şuursuzca davranışın içinde birer piyon oldular kimileri ise bu arenanın dışında kalıp Türk futbolunun gelişmesine katkıda bulundular.


Peki biz futbol yazarları olarak bunun neresindeyiz dersek buna ben şöyle cevap veririm.

Herkes yazdığına bakıp bu terazide kendine yer bulsun.

Spor Barış Dostluk Ve Kardeşlik Midir ? Hadi Canım Sende…

Futbol tüm yönüyle ilgi çeken bir spor dalıdır. Dünya bir milyardan fazla insan futbol meraklısıdır. Türkiye’den tutun da Gana’ya Gine’ye Singapur’a Bahreyn’e hatta Haiti’ye kadar her ülkenin milli futbol takımı vardır. Dört yılda bir düzenlenen dünya kupalarında ise bu sporun en üstün özellikleri sergilenir.

İlk izleyip aklımda kalan dünya kupası Fransa 98’dir. Amerika 94’ü ise hayal meyal hatırlıyorum. Fransa 98’e tek kelimeyle hayran kalmıştım. Özellikle Fransız futbolcu Zinedine Zidane’a. Ama şunu gördüm ki futbol sadece yorumlar eleştirilerden ibaret değildi. Futbolun “çirkin yüzünü” de orada gördüm ilk defa.

Fransa 98 den aklımda kalan en etkileyici tablo alman holiganların “dövdüğü” jandarmaydı. 43 yaşındaki jandarma, komaya sokulana dek tüm kemikleri kırılmış ve öldüresiye dövülmüştü. Buna benzer bir olayda İngiliz taraftarlarınca yapılmış, İngiliz Spor Bakanı “kapı kapı dolaşıp özür dilemekten bıktım bu ‘azınlık’ yüzünden” diye demeç vermişti BBC’ ye. Şunu unutmadan ekleyelim ki Almanlar ve İngilizler futbolun en “çirkef” taraftarları arasında birincilik için yarışırlar.

Sahiden bunları yapan “azınlık” mıydı. Yoksa bunları yapan gözü dönmüş “azgınlar” mıydı Sadece İngiltere’de mi vardı bu “azınlık”. Hiç sanmıyorum. Rüştü Rençber’in kendi taraftarlarından yediği dayaktan sonra ekranlarda boy gösteren “üç hanım” taraftar gözlerinden yıldırım çıkarcasına “tabii dövecekler” demişti hiç unutmuyorum. Bunlarda İngiliz bakanın deyimiyle bizim azınlığımız hem de bayan. Kendilerini de arsızca savunuyorlardı. “Bizim de canımız var kaç haftadır galibiyet yüzü göremiyoruz yeniliyoruz ağlıyoruz üzülüyoruz ” diye… futbolun sadece bir “oyun” olduğunu bilmiyorlardı.

Ülkemizdeki maçlarda can güvenliğinden bahsetmek aptallık olur bence. Fenerbahçe taraftarının Rüştü’yü Trabzonspor taraftarının da Ogün’ü dövmesine kadar giden bir kinin içindeyiz. Holigan faaliyetleri dediğimizde son birkaç yılda olaylar daha fazlalaştı ve şiddeti arttı. Çünkü statlarımızda “sporun barış dostluk ve kardeşlik” olduğunu unutanların sayısı da arttı.

Sadece taraftara yüklemek biraz da acımasızca olur. Taraftarı etkileyen faktörler arasında futbolcuların sahada birbirleriyle pek de centilmence olmayan mücadelesi var. Tribünlerin “gazına” gelen sözde profesyonel futbolcularımız sahada rakibine öyle sert muameleler yapıyorlar ki değil hafif sakatlık, kol - bacak kırmaya hatta ömür boyu sakat kalmaya kadar gidiyor işin ucu. Mesela Nijerya’da yapılan bir maçta ev sahibi ekibin bir futbolcusu rakibinin gözünü çıkarmıştı. Gözü çıkan ömür boyu mecburen sahalardan men olurken gözü çıkaran ise futboldan ebedi olarak uzaklaştırılmıştı. Türkiye’de göz çıkarma değil de birbirlerini ısıran futbolcular( daha doğrusu bir tane olduğu için futbolcu) var. Eski Galatasaraylı Vedat İnceefe’nin yanılmıyorsam Ankaragücü’nden bir futbolcunun sırtını ısırması günümüz tabiriyle futbolda “oha falan oldum” olaylarından. Yine aynı futbolcunun dünyaca ünlü Ukraynalı yıldız Andriy Shevchenko’nun boğazına sarılıp omzunu ısırmasına teşebbüs ettiği görülmüştür. Savaş gibi geçen AS Roma- Galatasaray maçında ise yine aynı futbolcu Romalı Lima’ya soyunma odasına giderken tekme tokat dalmışlığı vardır. Yine 1996 Avrupa kupasında top diye Alen Boksiç’e kafa atmışlığı vardır. Tabii bu bilmeyerek

Tabii ki sadece bizde yok böyle tipler. Takım arkadaşı ile dalaşan Kieron Dyer ve Lee Bowyer ikilisinin Aston Villa- Newcastle United maçında tekme-tokat birbirlerine girmesi saha içi kavganın Türklere has özellik olmadığının göstergesidir. Zaten yaptığı olaylarla sabıkası hayli kabarık olan Lee Bowyer İngiliz holiganlarını andıran bir karaktere sahiptir. Yani tipik bir “İngiliz holiganı” gibidir.Gittiği her takımda olay çıkarmıştır. Rakibini tam olarak “can düşmanı” olarak görür. Ve futbolun sadece bir “oyun” olduğunu unutan tipik İngiliz’dir

Hal böyleyken sporun “dostluk” olduğunu savunmak ne kadar tuhaf değil mi. Beşiktaş - Trabzonspor maçında tribünde babasının kucağındaki bir çocuğun başı yarılmıştı da günlerdir manşetlerde görmüştük bu rezilliği. Ben ve benim gibi futbol fanatikleri bu rezilliği asla unutmayacaklardır. Yine Beşiktaş’ın bir maçında “omuz attı” gerekçesiyle bıçaklanıp ölen bir taraftar vardı ki o da “futbol şehidi” olarak tarihteki yerini, “tribün rezaleti” olarak haberlerde yerini aldı.

2005-2006 sezonunun açılmasına günler kala güvenliğin “kuş uçurtmadığı” bir stada silahla giren gol sevincini arkadaşını silahla yaralayarak yaşayan “taraftar” dahi gördük Fenerbahçe - Everton maçında. Tabi ki bu ilk değildi. Son da olmayacak galiba. Çünkü Fenerbahçe’nin şampiyonluk kutlamasındaki yurdun çeşitli yerlerinde magandalaşmış taraftarların yaraladığı hatta öldürdüğü insanlar gördük -Çoğu çocuk olmak üzere- Hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bu görüntü her milli maçtan sonra yaşanmaktadır. Top yetkililere atıldığında ise onlar “spor barış dostluk kardeşliktir” diyerek olayı geçiştirmeye çalışıyorlar.

Bu olaylara içten içe üzülenler ise magandaların kurşunları arasında yazımın başlığını sessizce söylüyorlar…